Hüseyin (a.s); Keramet ve Adalet Mektebi (2)

Pa, 25/08/2024 - 15:46

İmam Hüseyin'in (as) Medine'den ayrılarak verdiği ilk karar, Yezid'in zalim ve müstebit iktidarına karşı kıyam etmek ve Küfe halkının yardımıyla adil bir hükümet kurmaya çalışmaktı. Ve bu aksiyon, içtimai ve
siyasi ahlakın en önemli değeri olan adalet ilkesine göre ancak temellendirilebilir ve açıklanabilir.

Welayet News  - Değerli kardeşlerim, Allah’ın selamı üzerinize olsun. Bir önceki toplantımızda Aşura felsefesinden
bahsetmiş ve bu hadiseyle ilgili yapılan bazı açıklamaları araştırma ve konusu yapmıştık. Şunu söylemiştik: Tarihi bir olayın bizler için bir ibret ve mesaj içermesi için öncelikle o olayı doğru anlamaya çalışmamız gerekir ve bir olayı anlamak ise, onu açıklamaktan başka bir şey değildir. O olayla ilgili tarihi belgelerin tümünü irdeleyerek, alternatif açıklamalara kıyasla, belgelerle daha uyumlu ve daha güçlü delillerle desteklenen bir açıklamayı mezkur olayla ilgili sunmak zorundayız.

İlgili bilgi ve belgelerle daha uyumlu olmasının yanı sıra, bir açıklamanın içsel tutarlılığı ve kabul ettiğimiz diğer inançlarımızla uyumlu olması da bir açıklamanın rakip açıklamalara üstünlüğünün kriteri olarak değerlendirilmektedir. Bu olayın metafiziksel açıklaması, doğru olsa bile, pratik hiçbir fayda sağlamaz; çünkü olayın meydana gelmesinde akil, özgür ve muhayyer insanların rolüne değil, Allah’ın rolüne ve bilinmeyen gaybi sebeplere ve faktörlere dayanır. Bizim için pratik faydası olan açıklama, tabii açıklamadır; yani kelimenin genel anlamıyla çevrenin rolüne ve insanların çevrelerinde olup bitenlere verdiği tepkideki iradesinin, iradi ve özgür eyleminin rolüne dayanan bir açıklamadır. Geçtiğimiz oturumda toplam olarak beş farklı açıklamayı inceledik.

Bu akşam diğer açıklamalardan daha iyi ve daha savunulabilir görünen başka bir açıklamayı inceleyeceğiz. Ancak asıl konuya geçmeden önce iki noktaya dikkat etmekte fayda var. İlk nokta, burada incelenen açıklamalar listesinin zikredilen açıklamalarla sınırlı olmadığıdır. Aşura olayıyla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır veya yapılabilir, ama hepsini incelemek toplantımızın kapasitesini aşar. İkinci nokta, nasıl ki İmam Hüseyin (as) belli bir mantığa göre karar vermiş ve hareket etmişse, Yezid ve onun yandaşları da davranışlarında belli bir mantık izlemiştir. Ve bu olay iki grubun etki ve tepkisinin ürünü olduğundan, bu olayın kapsamlı bir
şekilde açıklanması da her iki grubun davranışlarına yön veren mantığın keşfedilmesini gerektirir.

Ancak sürenin kısıtlı olması nedeniyle Yezid ve Yezidilerin davranışlarına hakim esasların incelenmesini başka bir zamana ertelemek durumundayız. Burada şu kadarını söylemekle yetineyim: Bunların davranışlarını yönlendiren, aslında Emevilerin siyaset felsefesinin esasları arasında ve hatta tüm müstebit ve müstekbir yöneticilerin siyaset felsefesinin esasları arasında yer alan iki prensipten biri, ‘ne pahasına olursa olsun iktidarı koruma yükümlülüğü’dür, diğeri ise ‘korkutma yoluyla galip olma teorisi’dir. Emevi siyaset felsefesinde asıl olan, iktidardır ve onu korumak için her şeye izin verilir.

Bu siyasi bakış açısına göre iktidar sahibi, iktidarını korumak için, gerektiğinde adalet ilkesi de dahil olmak üzere tüm ahlaki değerleri ayak altına alma ve vatandaşların haklarını çiğneme hakkına sahiptir. Alevi siyaset felsefesinde ise, devletin veya iktidarın kendi başına zati veya özsel bir değeri yoktur; iktidar adaletin gerçekleşmesi için bir araçtan ibarettir sadece. Diğer bir değişle, devletin değeri tamamen araçsaldır ve eğer onun korunması zulme bağlı olursa en ufak bir değeri yoktur. İbni Abbas, Nehcü’l- Belağa'da kendisinden nakledilen bir rivayette şöyle diyor: “Cemel savaşında İmam Ali'nin çadırına gittim ve onu ayakkabılarını dikip tamir ederken gördüm. İmam bana: Bu ayakkabının değeri ne kadar? diye sordu. Ben de ‘Değeri hiçtir’ dedim.

İmam şöyle buyurdu: Allah'a yemin olsun ki, sizlere baş olmanın değeri benim nazarımda bu ayakkabıdan daha azdır; meğer ki bu yolla bir hakkı ikame edeyim veya bir batılı yok edeyim.” “Hakkın ikamesi” burada adaleti gerçekleştirmek anlamındadır. Dolayısıyla Alevî siyaset felsefesinde ilk ve temel değer, adalet değeridir ve devlet adaletin sayesinde değerli hale gelir, yani değerini adaletten alır. Yoksa kendi başına değersizdir ve toplumda adaletin ikamesine vesile olduğu sürece ancak değerlidir. Emevî siyaset felsefesinde ise devletin doğası gereği bir değeri vardır, kendisi bizzat matluptur ve ne pahasına olursa olsun onu korumak zorunludur.

Öte yandan Kerbela tarihine bakarsanız, burada yaşanan cinayetlerin ve vahşiliklerin pek çoğunun gereksiz olduğunu görürsünüz, özellikle de hikayenin bitiminden ve İmam Hüseyin (as) ve arkadaşlarının şehadetinden sonra, şehitlerin naaşlarının üzerinden at koşturmak, kafalarını kesip mızrakları takarak şehirlerde gezdirmek, kadın ve çocukları esir alıp farklı şehirlerde dolaştırmak gibi yapılan suçlar bu türdendir.

İrtikap edilen bu suçların, korkutmak yoluyla galip olma teorisi dışında hiçbir gerekçesinin olmadığı görünüyor. Yezid ve ordusu, başkalarının kalplerine korku salarak ve onlara gözdağı vererek şu mesajı vermek istiyorlardı: Peygamber'in evladına ve Ehli Beyti’ne böyle yapıyorsak, başkalarına ne yapmayız ki! Herkes ona göre hesabını yapmalıdır! Emevi siyaset felsefesi için, “El-hakku li-man ğalebe /Hak, daha güçlü olanındır” ilkesi gibi başka ilkelerden de söz edilebilir. Ancak bu ilkelerin ve takip ettikleri diğer esasların açıklanması ve detaylandırılması başka bir sunum gerektirir.

Şimdi İmam Hüseyin'in (as) davranışına hakim mantıktan bahsedelim. Bu akşam arkadaşlarımla paylaşmak istediğim teori kısaca şöyle diyor: “Kerbela olayı dinin ahlaktan ayrılmasının bir sonucuydu.” Eğer din, ahlaki çerçevesinin dışına çıkarsa ve eğer dini hükümet ve din adına insanları yönetenler, ahlaki ilke ve kuralları çiğneyip ahlaki değerleri göz ardı ediyorsa, o zaman denebilir ki dini toplumda bir münker, bir kötülük vuku bulmuştur ve onunla mücadele edilmelidir. Öyle görünüyor ki bu, dindar bir toplumun başına gelebilecek en büyük ve en tehlikeli yozlaşmadır.

Elbette bu tür bir yozlaşma dinsiz toplumlarda da olabilir ama aradaki fark şu ki, dini bir toplumda böyle bir ahlaki bozulma meydana geldiğinde, bu din adına yapılıyor ve buna dini bir gerekçe veya kılıf uyduruluyor. Yezid’in askerleri ne diyorlardı? Şöyle akıl yürütüyorladı: Yezid, Allah Resulü'nün halifesidir ve ona itaat etmek tüm Müslümanlar üzerinde farzdır. Ona karşı gelmek, Allah Resulü’ne karşı gelmektir ve Allah Resulü’nün halifesine karşı gelen, dinden çıkmış olur ve en ağır cezayı hak etmiş olur. Ancak İmam Hüseyin'in (as) kendi davranışı için gerekçesi, “Sen Resulullah'ın halifesi değilsin, ben Resulullah’ın helifesiyim ve eğer ben senin yerinde olursam ne yaparsam caizdir” gibi bir şey değildi.

Bana göre İmam Hüseyin'in (as) cihadını açıklamak ve gerekçelendirmek için Yezid'in köpek sever, maymun sever olması gibi kişisel özelliklerini öne sürenler, İmam Hüseyin'e (as) cefa ve haksızlık ediyorlar. İmam Hüseyin, bu hareketle ilgili hedeflerini kendi ifadeleriyle açıkça beyan etmiştir. Medine'den ayrılmadan önce yazdığı ve tarihe not düşmesi için kardeşi Muhammed bin Hanefiye’ye teslim ettiği bir vasiyetnamede hedeflerini açıkça dile getirmiştir. Orada öncelikle, Allah'ın birliğine ve
Peygamber'in elçiliğine tanıklık ediyor. Bunun da muhtemelen iki nedeni vardır: Birincisi, Emevilerin propaganda teşkilatı tarafından mürtedlik ve Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşıtlık ile suçlanacaklarını tahmin etmeleridir. İkincisi, bazı cahil dostları tarafından ilahlık mertebesine yükseltileceklerini tahmin ediyorlardı. Nitekim aynı kişiler bugün de: “Biz Hüseynullahiyiz, Kerbela bizim Kabe’mizdir” diyorlar.
İmam Hüseyin (as) daha sonra şöyle buyuruyor: “Ben bencillik, taşkınlık, bozgunculuk ve zulüm yapmak saiki ile kıyam etmedim. Amacım, ceddim Resulullah’ın ümmetini ıslah etmekten başka bir şey değildir. Niyetim, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, ceddimin ve bababım siresine tabi olmaktır.” Geçen toplantıda da belirttiğim gibi burada “ceddimin ümmeti” tabiri, ıslahın "konusu” değil, onun “zarf”ıdır. “Esire bisiret-i ceddi ve ebi” cümlesinin “En amire bil-ma’rufi ve enha ani-lmukeri” cümlesine atfı, atf-ı beyan veya yorumlayıcı bir atıftır, yani bu cümle, İmam Hüseyin'in iyiliği emredip kötülükten men etmek derken ne demek istediğini göstermektedir. “Sire”, hükümranlık tarzı ve yöntemi anlamına geliyor ve Yezid'in despotik yönetim tarzının, Resulullah’ın (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (as) yönetim tarzı ve yöntemiyle hiçbir ilgisinin olmadığını kastediyor. Onlar halka karşı adil davranıyorlardı ama bu hükümetin halka yönelik muamelesi zalimcedir ve kendisiyle mücadele edilmesi gereken en büyük kötülük ve hatta yegane kötülük de budur, demek istiyor. İmam Hüseyin'in (as) o dönemde karşı karşıya kaldığı ve karşı çıkmak zorunda olduğu münker veya kötülük, halifenin köpeklerle ve maymunlarla oynayıp eğlenmesi değil, hükümetin siyasi ve sosyal adaletsizliği ve zulmüydü. Ayrıca İmam'ın amacı bizzat iktidara gelmek değildi.

 

Onun mücadelesi, davası iktidarla ilgili değildi. İmam (as) başka bir yerde şöyle diyor: “Allah'ım! Biliyorsun ki benim amacım iktidar için rekabet değildir.” İmam Hüseyin (as), fertlerin yer değiştirmesini değil, yöntemlerin ve yapıların yer değiştirmesini düşünüyordu. “Adalet” ve “keramet” en önemli ve temel ahlaki değerlerden iki örnektir ve bence, İmam Hüseyin'in konuşma ve davranışlarına kısa bir bakış, onun hikayenin başından sonuna değim bu iki büyük ahlaki değere göre karar verdiğini ve hareket ettiğini gösteriyor. İmam Hüseyin, hayatının son yılında, yani Muaviye'nin ölümü ve Yezid'in tahta geçmesinden sonraki sürede kader belirleyici iki büyük karar almıştır.

 

Bu iki karar, ancak adalet ilkesi ve keramet (onur, haysiyet, izzet) ilkesi –ki her ikisi ahlaki ilkelerdendir – temelinde açıklanabilir. İmam Hüseyin'in hareketi, duygulara ve hislere dayalı kör bir hareket değildi, aksine güçlü, rasyonel ve hesaplı bir mantığı izleyen bir hareketti. İmam Hüseyin'in (as) Medine'den ayrılarak verdiği ilk karar, Yezid'in zalim ve müstebit iktidarına karşı kıyam etmek ve Küfe halkının yardımıyla adil bir hükümet kurmaya çalışmaktı. Ve bu aksiyon, içtimai ve siyasi ahlakın en önemli değeri olan adalet ilkesine göre ancak temellendirilebilir ve açıklanabilir.

Buraya kadar İmam Hüseyin'in (as) sloganı şu olmuştur: “Kûnû lizzalimi hasma ve lilmazlumi avna / Zalime düşman, mazluma yardımcı olun.” İmam Hüseyin'in (as) aldığı ikinci karar, Müslim bin Akil'in şehadetini ve Küfe halkının dönekliğini öğrendikten sonra verdiği karardı ve Kerbela'ya kadar da bu karara göre hareket etmiştir. Düşman, İmam’ı (as) teslim olmak ve biat etmek ya da ölmek arasında seçim yapmaya zorladığında, İmam onurlu ve izzetli bir şekilde ölmeyi, zelil bir yaşama tercih etti. İmam’ın bu aşamada sloganı şu olmuştur: “Heyhat minnez zille/ Zillet bizden uzaktır.” Ve bu karar ve aksiyon da ancak insan onuru ve kerameti ilkesine dayanılarak açıklanabilir. Adalet ilkesi şunu söylüyor: İnsan olarak ve insan olmanın gereği olarak hepimiz, ahlaki açıdan zulme karşı mücadele etmek ve adaleti sağlamak için çabalamakla yükümlüyüz.

Ancak yaygın toplumsal adaletsizliğe karşı mücadelenin ve makro düzeyde sosyal adaleti gerçekleştirme çabasının ahlaki açıdan riayet edilmesi gereken bir takım şartları ve aşamaları vardır. Zulmün, adaletsizliğin de enva-i çeşidi ve farklı türleri vardır. Hepsi, haklardan mahrum bırakma veya başkalarının haklarını ihlal etme ve yok sayma başlığı altında toplanır. Nerede bir adaletsizlik, bir zulüm varsa, ondan önceki aşamada illlaki bir hak olmalı ki zalim bir kişi, bir grup veya hükümet o hakkı görmezden gelerek, ayaklar altına alarak zulüm yapmış olsun.

Dolayısıyla işin içinde bir hak olmazsa adaletsizlik de olmayacaktır.1 İmam Hüseyin (as), ‘ben dedemin ve babamın siresi ve yöntemine göre hareket etmek istiyorum’ derken, aynı zamanda kişisel haklarını elde etmek için kıyam etmediğini de kastediyor. Bu, İmam Ali'nin siresinin bir parçasıdır. İmam Ali (as), halk veya Ömer'in görevlendirdiği altı kişilik şura heyeti Osman'a biat etmeye karar verdiğinde şöyle dedi: “Şüphesiz, benim hilafete başkalarından daha layık olduğumu siz de biliyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki, Müslümanların işleri selametle yürüdüğü müddetçe ve benden başkasına zulmedilmedikçe (hilafeti diğerlerine) teslim edeceğim. İçerdiği ecri, fazileti ve üzerinde rekabete, 1 Burada “hak”tan kastettiğim, batılın karşısındaki hak değil, ödevin/vazifenin karşısındaki haktır. Bildiğiniz gibi “hak” kelimesinin birden fazla anlamı vardır.

Ancak bu kelimenin iki anlamı var ki diğer anlamlarına kıyasla daha önemli ve yaygındırlar. Bu iki anlam da şudur: 1) Ödev karşındaki hak; 2) Batıl karşısındaki hak. Batıl karşısındaki hak, felsefi ve mantıki bir kavram iken, ödev karşındaki hak ise ahlaki ve hukuki bir kavramdır. kapışmaya girdiğiniz dünyanın zer’u ziverine (riyaset ve hilafete) karşı zühdü/rağbetsizliği/varesteliği yürekten dileyerek teslim edeceğim.” (Nehcü’l-Belağa, 74. Hutbe)

Sosyal adalet, sosyal kurumların ilk erdemidir. Adil bir toplumda, sosyal kurumlar bireylerin haklarına göre oluşturulur, bu haklara göre yönetilir ve bu kurumların bireylerle etkileşiminde onların haklarına saygı duyulur ve hakları paymal edilmez. Sosyal adalet sadece ekonomik adaletle sınırlı olmayıp siyasi adaleti de içermektedir. Siyasi adalet, gücün, yetkinin, özgürlüğün ve diğer kolektif nimetlerin adil dağılımıdır. Dolayısıyla özgürlük, adaletin rakibi değildir ve onun karşısında konumlanmaz. Diğer değişle,
insanlar adalet ile özgürlük arasında seçim yapmak ve birini diğerine feda etmek zorunda değildir. Bilakis adalet, özgürlüğün ve diğer kolektif imkanların dağıtımının ölçüsüdür ve bu dağıtım, bu ölçüye göre yapılmalıdır. Özgürlüklerden yoksun bırakma ya da özgürlüğün eşitsiz dağıtımı bir zulüm ve adaletsizlik örneğidir. Kamusal alan vatandaşların ortak mülküdür ve bu alanda herkesin payı diğerlerininkiyle eşittir.

Eğer bir kimse, vatandaşların genelini veya onların gerçek ve seçilmiş temsilcilerini takmadan ve onların rızası olmadan bu alanda tasarruf ederse, onun tasarrufu gaspçı ve adaletsiz bir tasarruf olacaktır ve böyle bir adaletsizliğe karşı mücadele etmek halkın ahlaki görevidir. Ama dediğim gibi bu görevin şartları, önkoşulları ve uyulması gereken aşamaları vardır. Toplumsal adaletsizliğe karşı mücadelenin ilk aşaması, “kültürel faaliyet”tir. Bu aşamada, toplumda bu tür bir zulmün varlığını gören ve hisseden kimseler, kültürel faaliyet yoluyla başkalarını bu zulmün varlığı ve onunla mücadelenin zarureti konusunda bilinçlendirmekle ve bu ahlaki görevi herkese hatırlatmakla yükümlüdürler. Bu aşamada zulme karşı ferdi kıyam ve başkaldırı, özellikle onun silahlı türü, doğru ve akıllıca bir iş değildir.

Ancak her ne kadar sosyal reformlara yönelik kültürel faaliyet ortak ve cem’i bir görev olsa da bu alanda elitlerin, alimlerin ve düşünürlerin sorumluluğu daha fazladır, daha ağırdır. Kültürel faaliyetin amacı, kolektif bilincin ve toplumsal vicdanın adaletsizliğe karşı duyarlı hale getirilmesi ve adaletin toplumsal bir talep haline getirilmesidir.

Bu aşamada zulme karşı mücadele, kolektif bir çalışmadan ziyade bireysel bir çalışmadır. Sosyal adaleti gerçekleştirmeyi amaçlayan kültürel faaliyet, aynı zamanda sosyal adalet konusunda teori geliştirmeyi de içerir. Çünkü sosyal adalet hakkında açık ve tenkih edilmiş bir teoriye sahip olmadan, ne sosyal adaletsizliğin örnekleri teşhis edilebilir ne de sosyal adaletin gerçekleştirilmesi adına çaba gösterilebilir. Teori, eylemin rehberidir ve iyi düşünülmüş bir teoriye sahip olmadan hareket edenler,
eylemlerinin zararı faydasından daha fazladır demesek bile, hiçbir yere varmazlar.
Şunu da demeden geçmeyelim: İnsanlığın tarihsel deneyimi, fertlerin yer değiştirmesi ve başka fertlerin yerini almasıyla zalim bir toplumun adil bir topluma dönüşmediğini ve adaletsiz ilişkilerin yerini adil ilişkilere bırakmadığını göstermektedir. Bu konu, devrim ile ıslah arasındaki önemli farklardan biridir. Devrimci hareketler, fertlerin yer değiştirmesini amaçlar ve genellikle bu düzeyde çakılıp kalırlar. Toplumsal sorunların temel nedeninin, belirli fertler olduğunu ve onların azledilmesi veya ortadan kaldırılmasıyla sorunun berteraf olacağını düşünen devrimciler hata yapıyor.

Çünkü toplumsal sorunların sosyal ve kültürel kökenleri vardır. Bu sorunlar toplumun yapısından ve kültüründen beslenip ondan kaynaklanan sorunlardır. Kültür ve sosyal yapı ıslah edilmediği sürece, fertlerin yer değiştirmesi bir derde deva olmayacaktır ve bir süre sonra aynı eski ilişkiler, yeni unvanlar altında, yeni kıyafetlerle yeniden kurulacak ve iktidara gelen yeni fertler, isteseler de istemeseler de böyle bir süreci durduramaz veya değiştiremezler. Kur’an’ın buyurduğu gibi: “İnnallaha la yuğayyiru ma bikavmin hatta yuğayyiru ma bienfusihim.” Toplum değişmedikçe, toplumun sosyal ve siyasi yapısı da ilişkileri de değişmeyecektir.

Toplumun değişmesi ise, kültürel faaliyet, cehalete ve hurafeciliğe karşı mücadele yoluyla ancak mümkündür. Demek ki, fikirsel ve kültürel ıslah, siyasi ve iktisadi ıslahtan önce geliyor. Sosyal kurumların temel erdemi olan sosyal adalet, bireylerin erdemi olan bireysel adaletten farklıdır. Bu iki adalet türüaynı sayılmamalı veya biri diğerine indirgenmemelidir.

Fertler bilinçlenip, kolektif vicdanları uyanıp duyarlı hale geldikten sonra, sıra barışçıl toplumsal mücadelelere gelir. Bu aşamaya geçmenin iki önemli şartı vardır. İlk şartı, yeterli sayıda topluluk üyesinin bulunması ve hazırlanmasıdır. Toplumsal adaletsizliğe karşı kolektif mücadeleye katılmaya istekli insan sayısı yeterli değilse, barışçıl toplumsal mücadele görevi toplumun fikri liderlerinin omuzlarından kalkacak ve görevleri kültürel faaliyetle sınırlı kalacaktır.

Çünkü bir yandan her görev istitaat ve güç yetirmeye bağlıyken, diğer yandan toplumsal mücadeleler sonuca odaklıdır ve bu mücadeleden istenilen sonuca ancak toplum üyelerinin gerektiği oranda mücadeleye katılmasıyla ve gereken bedeli ödemeye hazır olması durumunda ulaşılır. Bu aşamaya geçmeinin ikinci şartı ise, mücadele yöntemiyle ilgilidir. Bu aşamada sadece barışçıl yol ve yöntemlere (=sivil itaatsizlik) başvurulmalıdır. Zira eğer amaca barışçıl yollarla, zora ve şiddete başvurmadan ulaşılabiliyorsa, zor ve şiddete başvurmak ahlaki açıdan caiz olmayacaktır. Şiddet, savaş ve zora başvurmak her zaman son çaredir ve diğer tüm yollar kapalı olursa ona başvurulmalıdır.

Ahlaki olarak şiddet, meşru ve nameşru veya reva ve nareva olmak üzere iki kısma ayrılır. Ahlaki olarak meşru şiddetin kayıtlarından veya şartlarından biri, şiddete maruz kalacak kişinin bu şiddeti hak etmiş olmasıdır; diğeri ise, söz konusu şiddetin uygulaması ahlaken daha kötü bir neticeyi içermemesidir. Eğer bir hastalık ilaçla tedavi edilebiliyorsa, aklı başında hiç kimse ameliyat ve ampütasyon önermez. Eskilerin dediği gibi, âhirü'd-devâ el-keyyu; en son çare dağlamadır. Bu bakımdan, bireysel hastalıklar ile toplumsal hastalıklar arasında bir fark yoktur. Sosyal adaletsizlik, sosyal bir hastalıktır ve eğer ona karşı barışçıl yollarla mücadele edilebilecekse şiddet ve güç kullanılmamalıdır. Bu nedenle, zalim ve despot bir iktidar, adalet arayanların taleplerine barışçıl bir şekilde teslim olursa, ahlaken onların zora başvurma izini ve hakkı yoktur.

Bu nedenle Allah, Hz. Musa ve kardeşi Harun'u, azgın Firavun'a karşı mücadele ile görevlendirirken, onlara şöyle buyurur: “İkiniz de Firavun’a gidin; çünkü o, iyice azdı. Onunla yumuşak ve tatlı bir dille konuşun. Belki öğüt alıp korkar da artık zulünden ve taşkınlıktan vazgeçer.” (Taha, 43-44) Daha sonra bu önemli ahlaki ilkenin İmam Hüseyin'in hareketine tatbikinden bahsedeceğim ve bu ilkeye uymanın mevcut görevlerimiz açısından ne kadar önemli bir sonuç doğuracağını göreceğiz.
İmam Hüseyin (as) kesinlikle şiddet yanlısı değildi ve son ana kadar da savaşı engellemeye çalıştı. Savaş ona dayatıldı.

Elbette bazı insanlar için bu ifadeyi sindirmek zordur ancak bu gerçek onun davranışında ve söyleminde o kadar açıktır ki inkar edilemez. Modern dünyada ve modern siyasi kültürde bu tür mücadelelere "sivil itaatsizlik" adı verilmektedir. Sivil itaatsizlik, adaletsiz bir yasaya veya hükümetin zalimane davranışına karşı şiddete başvurmadan muhalefetin ibrazı ve ifade edilmesi anlamına gelir. Sivil itaatsizlik aslında insan haklarından biridir. İmam Hüseyin'in (as) çalışması da bir tür sivil itaatsizlikti; ta ki Küfe halkının anlaşmayı bozduğunu ve onu desteklemeye hazır olmadığını anlayana kadar.

İmam Hüseyin'in böyle bir şey yapmasının delili ve gerekçesi, ‘Küfe halkı beni aralarına davet ettiler ki kendilerinin yardımıyla İslam toplumunun siyasi yapısını ıslah edeyim ve bunu yapmak benim de ve onların da hakkıdır’ şeklinde olmuştur. Ama eğer zalim iktidar halkın meşru talebine direnir ve zora başvurmadan zulmünü durdurmayı, adaletsiz yasaları ve ilişkileri ıslah etmeyi reddederse, o zaman halkın adalet çerçevesinde zor ve şiddete başvurma yoluyla adaleti sağlama hakkı vardır. Ve bu, zulme karşı mücadelenin ve sosyal adaleti sağlamaya çalışmanın üçüncü aşamasıdır.

Fakat bu aşamanın da şartları vardır ve şartlarından biri de yeterli sayıda insanın bu alanda işbirliği ve fedakarlık yapmaya istekli olması ve gerekli bedelleri ödemeye hazır olmasıdır.

Aksi halde, cihat ve silahlı mücadele sorumluluğu toplumsal mücadelelerin liderlerinin omuzlarından kalkacaktır. Bu nedenle İmam Hüseyin (as), Müslim bin Akil'in şehadetini ve Küfe halkının sözünden caydığını öğrendikten sonra, önceki gerekçesini değiştirdi ve birçok yerde, hem halka açık konuşmalarında hem de çoğunluğu Küfe ehlinden oluşan Yezid'in askerleriyle yaptığı özel görüşmelerde, onlara şöyle diyordu: “Ey Küfe halkı! Beni Küfe'ye davet ettiniz. Madem davetininizi geri çektiniz, beni rahat bırakın. Siz gidin işinize bakın, ben de ya Medine'ye dönerim ya da bir yerde köşeye çekilip hayatıma devam ederim (İbn Abbas, İmam’a Yemen'e gitmesini önermişti). Ama Yezidiler, ‘Seni kendi haline bırakmayacağız. Ya Yezid'e biat edeceksin ya da öleceksin’ diyorlardı. Dediğim gibi İmam Hüseyin'in (as) bu zaman diliminde aldığı, kanının son damlasına kadar direndiği ve sonunda şehit olduğu kararı, ahlaki bir prensip olan insani keramet ilkesi ve bu insani kerameti korumanın ahlaki bir vacip olması temelinde ancak açıklanabilir.

Bazı ahlak felsefecilerine göre insan kerameti (izzeti/haysiyeti/onuru), ahlakın temel taşıdır. İnsani keramet ilkesi, çok basit bir dille şunu diyor: İnsan bir nesne değildir ve ona bir nesne, bir şey imiş gibi yaklaşılmamalı ve davranılmamalıdır. Eğer bir kimse, diğer insanlara bir eşya muamelesi yapıyorsa, yani onları bir amaç uğruna araç olarak kullanıyorsa, o amaç ne olursa olsun, onların insanlık onurunu, haysiyetini ayaklar altına almış demektir.

Dolayısıyla seçimlerde hile yapmak ve vatandaşların oylarını göz ardı etmek diğer ahlaki kusurların yanı sıra, insan onurunu da ihlal etmektedir. Ayrıca bir kimse kendine bir eşya muamelesi yapıyorsa, kendini nesne/şey konumuna düşüyorsa, insani onurunu hiçe saymış ve çiğnemiş demektir. Dolayısıyla insani keramet ilkesi, insanın araçsal olmayan özsel bir değere sahip olduğunu söyler ve tüm insanlardan kendilerine ve başkalarına bir vesile olarak, başka bir hedefin aracı olarak değil de, bir amaç ve hedef olarak bakıp öyle yaklaşmalarını ister.

Ahlak, insani keramete saygı duymamızı, başkalarının insani onurunu ve kerametini ihlal etmememizi ve başkalarının da bizim insani onurumuzu ihlal etmesine ve yok saymasına izin vermememizi bizden talep eder.

İnsani keramet, hem insan haklarının hem insan görevlerinin kaynağıdır ve hem de bireyselliğin, bağımsızlığın, özerkliğin ve ahlaki sorumluluğun temelidir. İnsanların sahip olduğu tüm haklar ve insanların kendilerine ve başkalarına karşı sahip olduğu tüm görevler, onların insani kerametinden kaynaklanmaktadır. İnsani keramet, insanoğlunun özgün ahlaki mertebesi ve onu hayvanlardan, cansız nesenelerden ayıran, mümeyyiz niteliğidir. Hayvanlara ve cansız nesnelere eşya muamelesi yapma, yani onlara malik olma, onları satın alma, satma ve amaçlarımız doğrultusunda kullanma hakkımız vardır.

Ancak ahlaki olarak kendimize ve diğer insanlara bu şekilde davranmamıza izin verilmiyor. İnsani keramet ilkesi, İslam ahlakında çokça vurgulanmıştır. Hem Kur’an'da hem de hadislerde cennetten daha azına kendimizi satmamamız emredilmektedir ve cennet, kendi içimizde geliştirdiğimiz ahlaki faziletler ve bu ahlaki faziletlerin toplamı olan kişilikten başka bir şey değildir. Bir iç cennetimiz, bir de dış cennetimiz var ve dış cennet, aslında iç cennetin tezahürüdür, tecellisidir. Hadislerimizde şöyle ifadeler
geçiyor: “Allah Teâlâ, her şeyin yetkisini mü’mine vermiştir, kendini zelil etme yetkisi dışında.”2 “İnsanların en akıllısı, her türlü alçaklıktan, pespayelikten en uzak olanıdır”. 3 İnsani keramet ilkesine göre, insanın değeri dünyadan ve içindekilerden daha büyüktür. Ve bu nedenle kendi insani kerametine saygı duyan ve onun değerini anlayan bir insan, dünyevi hiçbir şeyle kendisini takas etmeyecektir.

Ebulkasım Fenai /Çev: Mehmet Gönül -Welayet News 

2 El-Kafi, c. 5, s. 63, 3. Hadis.
3 Ğurerü’l-Hikem, c. 52, 388. Hadis.



Yeni yorum ekle