Ümmetin Hataları Ve Şii’lerin Tarihi Kaderi
İran İslam Cumhuriyeti’nin mevcut durumunun, önemli kararlar, irade, uygulama, sürdürme ve sebat alanında iktidar ve halkın yaptığı hataların, sadece belli bir zaman ve mekânda İslam ve Müslümanların egemenliğine zarar vermekle kalmadığı, aynı zamanda tarihi ve medeniyet açısından bakıldığında tarihi bir sapmaya da yol açabileceği ve özellikle Batı medeniyetiyle mücadele noktasında, belki de önümüzdeki 14 asır boyunca düzelmeyecek olan, tüm dünyadaki İslam toplumunun sorunlarını daha da karmaşık hale getirebileceği en kritik tarihi kavşaklardan birinde olduğunu söyleyebiliriz.
Welayet News - Son zamanlarda, önde gelen ünlü tarihçi Ayetullah Hamanei’nin Masum İmamlar’ın (s.a.a) tarihini analiz eden açıklamaları çeşitli toplumlarda birçok, tartışma, analiz ve soruya ve şaşkınlığa neden oldu. İmam Hamanei’nin bu açıklamalarını analiz etmeden önce muhatapların zihinlerinin bu tür tarihî analizlerin labirentinde kaybolmaması için donatılması gereken çok önemli bir nokta, İslam felsefe tarihi biliminde topluma ve tarihe hakim olan “ilâhî sünnet (gelenekler) veya ilâhî kanunlar” diye adlandırılan çok önemli bir unsurdur.
Bu, İbn Haldun, Farabi, Allame Tabatabai, Ayetullah Hamanei, Şehid Mutahhari, Allame Misbah, Şehid Sadr gibi önde gelen İslam düşünürlerinin de tarihi ve sosyolojik analizlerinde özel olarak üzerinde durdukları bir konudur.
İlahi sünnet (gelenek), Allah-u Teâlâ tarafından koyulmuş, toplum ve insanlık tarihini düzenleyen yasalar anlamına gelir. Bu, tıpkı bireysel boyuttaki insan hareketinin belirli yasalara tabi olması ve “şans ve rastlantı” olmaması gibi, bir toplumdaki makro-toplumsal ve tarihsel hareketlerin de belirli yasalara tabi olması ve rastlantısal olmaması anlamına gelir.
Eylem ve tepkileri tarihsel ve toplumsal bağlamda analiz ederken buna dikkat etmezsek gerçeklikten kilometrelerce uzak seküler analizlere ve sonuçlara varırız. Bu kanunları elde etmenin en önemli kaynağı Allah’ın kanunlar kitabı olan Kur’an-ı Kerim’dir.
Bir diğer nokta da toplumun ve tarihin İlahi sünnet (gelenek) ve ilahi kanunlarında üç önemli özelliğin var olmasıdır ve bunlar:
1-Her zaman içindir.
2-Her mekan içindir.
3-Bütün insanları kapsar.
Kısaca İlahi sünnet (gelenek) olarak sıralanabilecek şeyler şunlardır:
1-İrade: Toplumlarda ve bireylerde İlahi sünnettin (gelenek) en önemli unsuru ve ilkesi insan iradesidir. Kur’an’da zikredilen en önemli noktalardan biri de kolektif iradedir. Kur’an-ı Kerim’e göre insan, kaderinden, mutluluğundan veya felaketinden, iradesinden, kararlarından ve eylemlerinden esas itibariyle kendisi sorumludur. Bu bazen bireysel boyutta ortaya çıkar, bazı durumlarda ise toplumsal boyutta kendini gösterir. (Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez/Rad:11)
2-İmtihan: İmtihan ve sınav, İlahi sünnettin (gelenek) önemli bir diğer ilkesidir. Hiçbir birey veya insan topluluğu ilahi imtihandan muaf değildir ve temelde insan iradesi imtihan olduğu yerde anlam bulur. Bunun sebebi, insanın büyümesi ve mutluluğunu veya mutsuzluğunu kendi eliyle belirlemesi gerçeğidir ki, bu hem bireysel hem de toplumsal boyutta geçerlidir.
3- Vazife: İlahi sünnette (gelenek) bir diğer önemli prensip ise fert ve toplumun başına gelen musibet ve davranışların vazife niteliğinde olmasıdır. Bu, insanın hedefine doğru ilerleyebilmesi için davranışlarının Allah’ın koyduğu yapılması ve yapılmaması gerekenler etrafında şekillenmesi gerektiği anlamına gelir.
İlahi sünnette (gelenek) başka önemli unsurlar da vardır ki, bunların ayrıntılarına ayrı bir yazıda yer vermek gerekir. Şimdi bu üç ekseni aklımızda tutarak İmam Hamanei’nin tarihi açıklamalarını analiz etmeye geçeceğiz.
İmam Hamanei, İmam Sadık (a.s) dönemiyle ilgili analizinde, İmamların kıyam edip, zamanlarının düşmanıyla giriştikleri mücadeleden sonra iktidara geldiklerine dair rivayetlere değinmiştir.
Dolayısıyla İmam Hamanei, İmam Sadık’ın (a.s.) tarihini bu açıdan okuyarak, olaya toplumsal ve siyasal bir bakış açısıyla bakmıştır.
Kur’an’a göre İslam toplumu üç ayrı unsurdan oluşmaktadır:
1-İmam (Yönetici)
2-Ümmet (İmam’ın takipçileri)
3-Düşman (Kafirlerden münafıklara kadar İmam’a (a.s) karşı çıkan akımlar)
Birinci rivayet Ebu Hamza Somali’dendir; Allah-u Teâlâ, İmamların (a.s) 70 yılında iktidara gelmesini takdir etmiştir ve bu husus da ilahi bir kader meselesidir, kesinleşmiş bir kaza değildir.
Muhatapların zihninde soru oluşturan şey, Allah’ın takdirinin neden bu kadar çok değiştiği ya da deyim yerindeyse bir değişime uğradığıdır? Bu kadar önemli bir şeyin ortaya çıkması ve değişmesi bir tesadüf müdür ve başka bir değişle bu Allah’ın iradesi midir, yoksa sebeplerin ve etkenlerin bir sonucu mudur? Eğer durum ikincisi ise, bu nedenler ve etkenler nelerdir ve bu tür olayların önlenmesi mümkün müdür? Gerçek nedir?
Gerçek şu ki İmam Hasan (a.s) Emevilerin benimsediği barış taktikleriyle onların yok olmasına zemin hazırlamıştı. Bu nedenle itirazda bulunan bir kişiye cevaben şöyle buyurdu: “Bilmiyorum, belki bu (cezanın gecikmesi) sizin için bir imtihan ya da bir başarı (imkanı) olacaktır” Bu demektir ki bizimle zalim arasındaki barış kalıcı değil, geçicidir (siz bunu taktik olarak okuyun).
Peki sonra ne oldu?
İmam (a.s) bu barışla Muaviye’yi geride bırakarak Yezid’in önemli ve tarihî konumuna ulaşmayı ve meseleyi İmam Hüseyin (a.s) vasıtasıyla sonuca bağlamayı amaçlıyordu. Çünkü Yezid, bütün Müslümanların, özellikle Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr gibi seçkin Müslümanların, hakimiyet kurmaya yetkili olmadığına inandıkları birisiydi.
Bu nedenle Yezid, bunların hepsinden tehdit hissediyordu ve hükümetinin onlarla karşı karşıya geleceğini görüyordu. Bu o kadar açıktı ki, Muaviye vasiyetinde bu konuyu açıkça kendisine ve çevresindekilere söylemişti. Müslümanlar, özellikle Kufeliler bu meselenin gayet iyi farkındaydılar ve dolayısıyla böyle bir rezaletin altına girmeye hiç niyetleri yoktu. İşte bu yüzden toplumsal kaderlerini bu yönde değiştirme yolunda ilk adımı attılar.
Birinci adım
Kufelilerin toplumsal kaderini değiştiren ilk olay, toplumsal iradenin kendi kaderini değiştirmesiydi; bu da Yezid’in iktidara gelmesiyle gerçekleşti. Bu nedenle Yezid’e karşı siyasi iktidar kurmanın zeminini hazırlamaya karar verdiler. Bu konu o kadar önemliydi ki, Muaviye’nin vasiyetine ve kendisinden sonra Yezid döneminde Kufe toplumunun toplumsal analizine yansıdı.
Bu nedenle Kufe toplumu, ilk aşamada, liderlerin icmaı ve halkın hazırlığı sonrasında, İslam yönetimi için önerilen en önemli unsur olan İmam Hüseyin’e (a.s.) önemli bir mektup göndererek ona biat etti ve Kufe’de siyasi yönetim kurmaya davet etti. Dolayısıyla Kufe Şiileri bu aşamada imtihan, vazife ve irade olmak üzere üç unsuru başarıyla geçtiler.
İkinci adım
Bu yolda ikinci adım, İmam Hüseyin’in (a.s) Kufe kapsamında İslamî bir yönetim kurma ve denetleme yönündeki davete icabet etmesidir . Şii fıkhında bu, imam veya onun vekiline düşen bir görev, ve diğer bir tabirle elin uzanması veya siyasi iktidarın kurulmasının temelinin olması durumunda bir nevi vazifedir ve terk edilmesi ise haram olarak kabul edilir.
İmam Hüseyin (a.s) bunun üzerine halkın davetini kabul etti ve bu konuda hazırlık yapmak üzere temsilcisini Kufe’ye kadar onların yanına gönderdi ve kendisi de onlara doğru hareket etti. Dolayısıyla masum İmam (a.s.) bu aşamada da imtihan, irade ve vazife olmak üzere üç unsuru başarıyla tamamladı ve elbette aşağıda açıklanacağı üzere masum İmam (a.s.) bu aşamaların her birinde hiçbir eksik veya hata yapmadan en güzel iradeyi, kararı ve vazifeyi gerçekleştirmiştir.
Üçüncü Adım
İmam 61 yılında Kufe’ye doğru hareket ediyor ve Kufeliler ilk başta bu şartlar altında görevlerini yerine getiriyorlar. Oysa İslam toplumunda mevcut olan üçüncü unsur, yani Kur’an’da esasen en önemli imtihan ve imtihan unsuru olarak kabul edilen düşman, bu iki iradenin gerçekleşmesine engel oluyor. Böylece İmam’ın (a.s.) ve Kufe Şiilerinin imtihanının bir sonraki aşaması başlıyor. İmam (a.s) bu imtihanda iradesine bağlı kalıyor, yoluna devam ediyor ve görevini yerine getiriyor. Fakat ikinci unsur olan ümmet yolun ortasında, zorluk, fitne ve bela karşısında iradesinden yüz çevirip vazifesini yerine getirmiyor ve önce İmam’ın (a.s) vekilini sonra da İmam’ı (a.s) düşman karşısında yalnız bırakıyor, böylece kendi kaderini değiştiriyor.
Şimdi Başa Dönelim
Bir çok mezhebi kişiyi bile şaşırtan ve cevabı Ebû Hamza’nın rivayetinin anlamını belirleyen önemli bir soru şudur: “Kur’an’da bildirilen şeriat ve ilahi sünnete (gelenek) göre Kerbela olayı yaşanmasa ve İmam (a.s.)Kufe’ye gitmese olamaz mıydı?
Bu sorunun cevabı, evettir. Eğer Şiiler, bu kararlarına karşı direnseler ve bunun için gerekli araçları hazırlasalardı, örneğin Müslim’e yardım edip, İbn Mercene ile Kufe’de savaşsalardı (bazıları şehit olsa bile) ve onu ortadan kaldırsalardı, Kufe’de İmam’ın (a.s) gelişi için zemin hazırlanmış olurdu ve İbn Mercene ve Ömer Saad Kerbela çölüne asla varamazdı.
Dolayısıyla tarihi hesaplamalara göre İmam (a.s.) Hicri 61 yılında Kerbela’ya girdi ve orada şehit edildi ve Şiilerin İbn Mercene ve beraberindekilere karşı Kufe’ye veya yakınlarına girerek direniş gösterdiği ve nihayetinde 9 yıl kadar mücadeleyi sürdürerek (bu arada bazı bedeller de ödedi) toplumda Şii idaresini ve masum imamet anlayışını tesis ettiği Şii ayaklanmasında öncü rol üstlendi.
Dolayısıyla başlangıçtaki yol ve karar aynen devam etseydi, tarihi analizlere göre, hakimiyet 70 yılında gerçekleşecek, levh-i mahfuzda yazanlar dışarıda da gerçekleşecekti. Ancak Allah-u Teâlâ öğrencilerinin ders çalışma tarzından onların dönem sonu notunu bilen bir öğretmen gibi, Kufelilerin de kararının devam edip etmeyeceğini biliyordu ve İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının zahiri yenilgisini ve şehadetini kaydetmişti ve bu hususu da biliyordu. Ancak İmam’ın (a.s) bu hususu bilmesi onu vazifesinden vazgeçirip harama sürüklemedi. Çünkü bu onun ismetine ve masumluğuna aykırıdır.
En ufak bir gaflet, tarih kadar büyük bir sapma
İmam rivayetin devamında şöyle buyuruyor: “Şii’ler, İmam Hüseyin’e (a.s.) karşı vazifelerinde ve sosyal imtihanda başarısız olduktan sonra, Şii iktidarının geleceğini saptırdılar ve nankörlüklerinin etkilerini böyle bir nimete kattılar. İlahi sünnete göre de (inkar ederseniz şiddetli bir azaba uğrarsınız) üzerlerine ilahi azap inmiş ve bu mesele 140 yılına kadar ertelenmiştir. Çünkü altyapısı bakımından Şii cemaati parçalanmış durumdadır (İmam Hüseyin’den (a.s) sonra üç kişi hariç insanlar mürted olmuştur) ve İmam Zeynel Abidin ile İmam Bakır (a.s) bu iki alanı yeniden inşa etmekle görevlendirilmiştir.
Bu durum İmam Sadık (a.s.) zamanına kadar, onun ve İmam Kazım (a.s.) için zemin hazırlanıncaya kadar devam etti. Ancak bu mesele siyasi ve güvenlik açısından gizli tutulduğu için, özel Şiiler ve sırdaşların bu meseleyi korumaya ve açığa çıkmasını engellemeye çalışmaları gerekiyordu. Ancak bir kez daha sorumsuzlukları yüzünden bu mesele ortaya çıktı, yöneticiler bundan haberdar oldular ve İmam’ı (a.s), özel Şiileri ve sahabeyi tutuklayıp hayatlarına kastetmeyi planladılar ve bu plan da başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu iki olayda ve İmam Ali’nin (a.s) sadece kırk kişinin yardımıyla İslam yönetimini asli yoluna döndürmek için harekete geçmesi ve bu sayıdaki Şii’nin kendisine yardım etmeyi reddetmesi gibi diğer tarihi olaylarda da görüldüğü gibi, Şii hareketinin bir kısmının zayıflığı olarak ortaya çıkan şey, İmam’ın (a.s) iradesine karşı görev ve sorumluluğu yerine getirmeme ve bu konuda sebat etmeme, durumun farkında olmama ve olayları, özellikle İmam’ın toplumsal davranışlarını doğru analiz etmeme vb. olmuştur.
Değinilmesi gereken önemli bir nokta şu ki; bahsedilen bu durumların her birinde, nimete nankörlükten dolayı cezalandırılmaya ek olarak adlandırılabilecek bir sonraki gelenek (sünnet) de istibdal sünnetidir.
(Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.(Maide:54)
İlâhî sünnette istibdal, Allah-u Teâlâ’nın hiçbir toplulukla kardeşlik ahdi yapmaması ve hiçbirine açık çek vermemesi anlamına gelir. Dolayısıyla Müslüman toplum yapısının İmam’a (a.s) (zamanın koruyucusu ve yöneticisi) karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği, hak yolunda sebattan vazgeçtiği, meseleler hakkında zamanında tahlil, hareket ve hamle yapmadığı her toplumsal imtihanda, Allah-u Teâlâ o topluluğu iki şekilde, tabîî veya gayri tabîî (azap gibi) ortadan kaldıracak ve sonunda yeryüzünde Allah’ın vadettiği hükümeti kurmak üzere, hiçbir zorluk ve sıkıntı karşısında sebatından vazgeçmeyecek seçilmiş ve sebatkâr bir topluluğu getirecektir.
Yukarıdaki ayetin altındaki tefsirlerde görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.a) ve İmam Sadık (a.s.) Selman-ı Farisi’nin Fars halkını bu sevilen ve vaat edilen halk olarak tanıtmışlardır. Bu müjdeler Fars halkı arasında gurur ve gaflete neden olmamalıdır. Zira ilahi sünnette önemli olan irade, eylem, sabır ve sebattır ve ilahi sünnet sözlüğünde sloganların yeri yoktur.
Yukarıdaki açıklamalarla, zalim ve müstekbir hareketine karşı direniş hareketinin yaratılması ve sürdürülmesinin felsefesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Yukarıda bahsedilen konuları dikkate alarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin mevcut durumunun, iktidar ve halkın önemli kararlar, irade, uygulama, sürdürme ve sebat etme alanındaki hatalarının, sadece belirli bir zaman ve mekanda İslam ve Müslümanların egemenliğine zarar vermekle kalmayıp, aynı zamanda tarihi ve medeniyet perspektifinden bakıldığında tarihte bir sapmaya neden olacağı ve özellikle Batı medeniyetiyle mücadele ve karşı karşıya gelme konusunda, İslam toplumunun tüm dünyadaki sorunlarını daha önce hiç olmadığı kadar karmaşık hale getireceği ve bunun önümüzdeki 14 asır boyunca çözülemeyeceği söylenebilir.
Muhammed Rıza Dehgan
Yeni yorum ekle