İmam Hamanei’ye Göre Sömürgecilik Karşıtlığının Temelleri
Uzmanlar, İslam İnkılabı Rehberi’nin düşüncesindeki sömürgecilik karşıtlığının sadece siyasi bir yaklaşım olmadığını, aynı zamanda fıkıh, medeniyet ve Kur’an temellerinden kaynaklandığını, İslam milletinin kimliğini savunmanın, Batı’nın kültürel ve ekonomik egemenliğine karşı koymanın, ülkelerin bağımsızlığını korumanın vacip bir konu olarak kabul edildiğini söylüyor.
Welayet News - İran’da "Ayetullah Hamanei’nin Düşünce ve Fikirlerinde Biz ve Batı” başlıklı ulusal konferansın arifesinde, “İmam Hamanei’nin Bakış Açısıyla Sömürgecilik Karşıtlığının Fıkhi Temellerinin Araştırılması” konulu ilmi bir ön oturum düzenlendi.
Bu toplantıda Hüccetü’l İslam Ali Asker Nusreti, Hüccetü’l İslam Ruhullah Şeriati ve Hüccetü’l İslam Zebihullah Naimiyan bu alandaki görüşlerini ve ilmi verilerini sundular.
Bu toplantıda, yeni ve eski sömürgecilik karşısında İmam Hamanei’nin fıkıh düşüncesinin çeşitli yönleri, yabancı hâkimiyetine karşı siyasi fıkhın analizi ve İslam dünyasında Batı etkisinin sınırlandırılmasında âlimlerin rolü değerlendirildi.
İmam Hamanei’nin açıklama ve yazılarından alıntı yapan üstadlar, onun düşüncesindeki sömürgecilik karşıtlığının sadece siyasi bir yaklaşım olmadığını, aynı zamanda fıkıh, medeniyet ve Kur'an temellerinden kaynaklandığını, bu temelde İslam milletinin kimliğini savunmanın, Batı'nın kültürel ve ekonomik egemenliğine karşı koymanın ve ülkelerin bağımsızlığını korumanın bir görev sayıldığını vurguladılar.
Toplantının detayları şöyle:
* Sömürgeciliğin Kökeni Ve Oluşumu Nedir?
*Hüccetü’l İslam Ali Asker Nusreti”
Sömürgecilik karşıtlığını özellikle fıkhi temelleri açısından ele almak istiyorsak, başlangıçta bazı ilgili giriş kavramlarını açıklamak gerekmektedir. Sömürgeciliğin mahiyeti, oluşum süreci, toprak nüfuzunun boyutu, etki ve hâkimiyet yöntem ve biçimleri, gelişiminin tarihsel dönemleri, ayrıca dünyanın her yerinde ona karşı oluşmuş tepkiler ve direnişler gibi kategorilerin incelenmesi gerekmektedir.
Geçmiş dönemlerde “sömürgecilik” terimi açıkça kullanılmamış olabilir, ancak bunun örnekleri ve işlevleri vardı. Sömürgecilik terimi 1950'lerden itibaren yaygınlaşmaya başladı, ancak bu olgu, benzer içeriklerle, ondan önce kullanılmaya başlamıştı. Sömürgecilik, zayıf ve savunmasız ülkelere karşı kullanılan bir olgudur. Bu, milletlerin toprakları, kaynakları, siyasal egemenlikleri, insan kaynakları, kültürleri ve yaşam biçimleri üzerinde tam bir egemenlik kurmayı amaçlayan bir olgudur. Aslında sömürgecilik Batı kimliğinin parlamasıdır. Bu, medeniyet yolunda bir sapma değil, Rönesans'tan itibaren Batı temellerinin doğal bir ürünüdür. Batı'nın ürünlerini, kültürünü, medeniyetini ihraç edebilmesi için diğer topraklarda sosyal, kültürel ve siyasal altyapı sağlaması gerekiyordu. Dolayısıyla bu topraklara örgütlü bir şekilde sızmış ve yapıları değiştirmiştir. Kültürel egemenlik de kendini çeşitli biçimlerde gösterdi. Yazı ve dili değiştirmek, dini ve yaşam tarzını değiştirmek, sapkın ve yapısal mezhepler oluşturmak buna örnektir. Sömürgeciliğin çeşitli ülkelerde ortaya çıkardığı Vahabilik, Bahailik, Siyonizm ve diğer hareketler, zalimin işini kimsenin müdahalesi olmadan yapabilmesi için milletleri bölmenin ve oyalamanın araçlarıydı.
Ekonomik hâkimiyet de özel anlaşmaların imzalanması, bağımlılık yaratan yapısal reformlar, haksız yatırımlar ve tek ürünlü ekonomik modelin dayatılması yoluyla sağlandı. Bunun en açık örneği, görünürde refahı artırmak için uygulanan, ama aslında ulusal ekonomiyi Batı pazarlarına daha bağımlı hale getirmeyi amaçlayan İran'daki toprak reformlarıdır.
Sömürgecilik karşıtlığını tanımlarken, bu kavramın yalnızca sömürgecilere karşı çıkmaktan ibaret olmadığını söylemek gerekir. Anti-sömürgecilik, sömürgeciliğin her türlü tür ve biçimine karşı direnmek, etki ve sonuçlarını ortadan kaldırmak, küresel güçlere karşı tam bağımsızlık, güç ve şahsiyette gerçek eşitlik gibi göstergelerle asli kimliğe dönmek anlamına gelir.
Sömürgeciliğe tepki olarak dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli hareketler ortaya çıktı. Milliyetçi hareketler, bağımsızlık hareketleri, petrolün millileştirilmesi hareketi, kapitalist sistemin eleştirisinden ortaya çıkan Marksist anti-emperyalist hareketler buna örnektir. Ancak bu hamlelerin çoğu hatalı, yanlış yönlendirici veya aldatıcıydı. Hindistan'daki bağımsızlık hareketleri sadece siyasi veya askeri bir hakimiyet olmayacağını söylemişler, ancak dilleri, kültürleri, ekonomileri ve hatta hükümet ilişkileri bağımlı kalmıştır. Hatta valinin bile İngiltere Kraliçesi tarafından seçilmesi gerekmektedir.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında müstekbir güçler egemenlik yapılarını değiştirmeye ve yeniden yapılandırmaya çalıştılar. Geleneksel sömürgeciliği terk edip yerine yeni veya yapısal sömürgeciliği koydular. Amaç milletlerin tam bağımsızlığa doğru kaçışını engellemekti.
Ancak İslam İnkılabı Rehberi’nin fikir sisteminde sömürgecilik karşıtlığı çok daha geniş bir anlam taşır. İmam Hamanei, sömürgecilik karşıtlığının yalnızca askeri veya siyasi bir çatışmadan ibaret olmadığına, tam tersine tam bir kültürel, medeni ve kimlik hareketi olduğuna inanmaktadır. Sömürgecilik tam bir egemenlik bulmacası yaratmıştır ve bizim bu bulmacayı tersine çevirmemiz gerekmektedir.
Bu nedenle sömürgeciliğe karşı mücadele, bilgi üretmekten, batı yazılımlarından kurtulmaktan, İslam İnkılabı düzeyinde insan yetiştirmekten ve İslam İnkılabı değerlerini ihraç etmeye kadar medeniyetin yeniden inşasını gerektirir. Temel strateji yeni bir İslam medeniyeti inşa etmektir. İmam Hamanei burada şu aşamaları anlatmıştır: İslam İnkılabından, İslam nizamına, İslam devletine, İslam toplumuna ve nihayetinde yeni İslam medeniyetine uzanan süreç, gerçek anti-sömürgecilik zincirinin halkalarıdır.
Bu zincir tamamlanıp bağımsız bir medeniyet konumuna ulaştığımızda artık medeniyetler arası etkileşimden söz edebiliriz. İşte o aşamada “İslam kazanacak ve galip gelecek hiçbir şey İslam’ı yenemeyecektir.”
Kur'an Ve Ehli Beyt Bakış Açısına Göre Sömürgecilik Ve Onunla Mücadele
*Hüccetü’l İslam Ruhullah Şeriati
İlk olarak girişte birkaç noktaya değineyim. Uzmanların bildiği gibi, bir fakihin şer-i bir hükme ulaşma sürecinde izleyebileceği iki temel yol vardır. Bir yol, fakihin şeriatın temel kaynakları olan Kitap, Sünnet, akıl, icma vb.'ye dayanarak doğrudan doğruya hüküm çıkarmasıdır. Bir diğer yol da fakihin bu kaynaklardan genel bir kural çıkarması ve bu kuralı ilgili kişiye bildirmesidir; böylece ilgili kişi konuyu anlayıp, kuralı konuya uygulayarak şer’i bir hükme ulaşabilir.
Siyasal fıkıh alanında da bu fıkıh dalını çeşitli konularda kullanılabilecek çok sayıda kural bulunmaktadır. Bu iki yol arasındaki fark şudur: Birinci yolda fakih doğrudan kaynaklara dayanarak fetva verir veya o kaynaklara dayanarak kendisinden bir davranış çıkarır; İkinci yolda ise sunulan, aynı kaynaklardan çıkarılmış bir kuraldır ve bunu dış meselelere uygulama görevi sorumlu kişiye bırakılmıştır.
Burada hem fakih hem de mükellef için ilk şart, konuyu iyi anlamaktır. Meseleyi ve sonuçlarını anlamak, doğru bir hüküm vermenin ilk şartıdır. Zira konu doğru bir şekilde tespit edilmediği takdirde verilecek kararın hatalı olma ihtimali yüksektir. Bu nedenle konunun doğru anlaşılmasında uzmanların rolü öne çıkmaktadır. Çünkü konuya uzmanlaşmış bir şekilde hâkim olarak fakihlerin kuralları konuya uygulama sürecinde yardımcı olabilirler.
Burada şunu eklemek isterim ki, sömürgecilik gibi meselelerle karşı karşıya kalındığında, meseleyi derinlemesine ve çok boyutlu olarak incelemek gerekir. Sömürgeciliğin, özellikle kültürel, ekonomik ve sosyal etkileri bakımından, fıkhi açıdan incelenmesi gereken yaygın etkileri bulunmaktadır. Bu çalışmalar arasında milletlerin özgün kimliklerinin boşaltılması, kişiliklerinin aşağılanması, onurlarının çiğnenmesi ve aşağılanmalar da yer almaktadır.
Fıkıhtaki şeref ve onur kuralı hem ayetlerde hem de rivayetlerde vurgulanmaktadır. Örneğin, “…halbuki asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir…” ayeti müminlerin ve İslam ümmetinin onurunu korumanın temel bir fıkıh ilkesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eğer milletlerin aşağılanması sömürgeciliğin bir sonucu ise, aynı kural ileri sürülerek fıkhi olarak eleştirilebilir ve reddedilebilir.
Kur'an-ı Kerim, Firavun'un hikâyesini anlatan bir ayette, milletlerin zayıflama ve aşağılanma sürecine açıkça değinmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Firavun, yeryüzünde yücelmişti ve halkını bölük bölük etmişti ve onlardan bir topluluğu zayıf bir hale getirmede, oğullarını kesmede, kadınlarını bırakmadaydı; hiç şüphe yok ki o, bozgunculardandı. Firavun, onları zayıflatıp küçük düşürerek, o kavim üzerinde hâkimiyetinin yolunu açmıştı.” Sömürgeciler tam da bu yaklaşımla milletleri kimlik ve kültürel açıdan aşağılamış ve egemenliklerini pekiştirmişlerdir.
İslam İnkılabı Rehberi'nin açıklamalarını incelediğimde çok önemli bir noktayla karşılaştım. İmam Hamanei, İmam Ali’den (a.s) nakledilen “İlim, onu bulanın kudretidir, kim onu elde ederse hakimiyet sahibi olur ama her kim de onu elde edemezse başkaları ona hâkim olur ve onu aşağılar” hadisinin tefsirinde şöyle buyurmaktadır: “Bilgisi olmayan kişi başkalarının otoritesine itaat etmek zorunda kalır. Bu, Farsça’daki meşhur bir şiirde dile getirilen aynı gerçektir ve şiirde şöyle geçmektedir: “Akıllı olan güçlüdür.”
İmam Hamanei’nin görüşüne göre, Batının sömürgeciliği bilimin kullanımına dayanıyordu. Tabi burada İmam Hamanei’nin saf ve pak bilgi ve pak olmayan bilgi arasında yaptığı ayrım çok önemlidir. Saf ve pak bilgi, İslam medeniyetinde hakikate hizmet eden ve insanı yüceltmeye götüren bilgidir. Fakat pak olmayan bilgi, milletleri tahakküm altına almanın ve yağmalamanın bir aracıdır. Batı, bu kirli ilme ve tahakküm araçlarına güvenerek ulusları sömürgeleştirmeyi, zenginliklerini yağmalamayı ve onlara tüketim kültürünü dayatmayı başardı.
Bu açıdan bakıldığında İslami uyanış ve bilgiye, ferasete vurgu sadece fikri açıdan değil, aynı zamanda fıkıh açısından da önemlidir. Milletleri kimliklerinden yoksun bırakmak, halkları aşağılamak, kukla yöneticiler getirmek, hepsi de fıkhi açıdan eleştirilebilecek sömürgecilik yöntemleridir.
İmam Ali (a.s) Malik Eşter'e yazdığı tarihî mektupta şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar ya senin din kardeşindir ya da yaratılışta seninle eşittir.” Oysa sömürgeciler halka saygı göstermedikleri gibi, daha fazla egemenlik kurmak için halkın başına beceriksiz yöneticiler geçirdiler.
Sömürgeciliğin fıkhi eleştirisinde önemli bir diğer eksen de sömürgeciliğin milletler üzerindeki zulümdür. Seçkinlerin ve âlimlerin hayatlarının ellerinden alınmasından, ekonomik kaynakların ve servetlerin yağmalanmasına kadar hepsi zulmün örnekleridir. Kur’an-ı Kerim’deki “Ne zulmediniz nede zulme uğrayınız” gibi çok sayıda ayet ve İmam Ali’nin (a.s) zalime karşı koymanın gerekliliğine ilişkin açıklamaları, sömürgecilikle mücadele etmenin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır.
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” ayeti de müminleri zulme karşı ayağa kalkmaya ve mazlumları kurtarmaya açıkça çağırmaktadır. Dolayısıyla İslami gayret, mazlumdan yana olma, mazlumlara yardım etme ve Müslümanların bağımsızlığı gibi kavramlar sömürgeciliğe karşı direniş fıkhının temel unsurlarıdır.
Sömürgecilik iki biçimde ortaya çıkmıştır: Savaş ve şiddet yoluyla egemen olan eski sömürgecilik ve ulusları politik, ekonomik, kültürel egemenlik gibi yazılım araçlarıyla boyunduruk altına alan neo-sömürgecilik. Her ikisine karşı da çok sayıda fıkıh kuralı zikredilebilir.
Bu kurallardan bir de Nisa Suresi 141. ayette zikredilen “yolu ortadan kaldırma” kuralıdır ve şöyle buyurmaktadır: “…Allah, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.”
Bu kural bireysel, toplumsal ve uluslararası düzeyde geçerlidir. Hatta fakihler, Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesinde de aynı kurala dayanmışlardır. Bu kural, toplumsal ve uluslararası boyutta da Müslüman olmayanların Müslümanlar üzerindeki hâkimiyetini engeller.
Bunun tarihi bir örneği Osmanlı döneminde yaşanmıştır. Irak'ta İngilizler, Müslümanlara bir gayrimüslim dayatmış, Şii âlimler de bu kuralı öne sürerek tepki göstermiş ve reform çağrısında bulunmuşlardır. Ayrıca uluslararası örgütlerin ülkelerin ekonomileri ve kültürleri üzerindeki hâkimiyeti de bu hukuk kuralı açısından sorunludur.
“İslam'ın üstünlüğü” ilkesine de dikkat edilmelidir. “İslam üstündür ve onun üstünde kimse yoktur.” Bu kural, İslam'ın üstün bir konuma getirilmesi gerektiği anlamına gelir. Çünkü o, ilahi bir dindir ve varlığın mutlak sahibi de Yüce Allah'tır. Dolayısıyla hiçbir ekonomik veya siyasal sistem vs. ona egemen olmamalıdır.
Müslümanların izzet ve onurunu koruma kuralı da temel bir kuraldır. Rivayetlerde Allah’u Teala'nın mümine tüm işlerde yetki verdiği, ancak kendisini küçük düşürme yetkisinin ona ait olmadığı bildirilmektedir. Eğer bir mümin kendi şahsiyetini aşağılama hakkına sahip değilse, o zaman başta bir İslam milleti onurunu kaybetmemelidir. Dolayısıyla toplumun bütün kesimlerinin, hem halkın, hem de yöneticilerin, İslam'ın izzetini korumak için çaba sarf etmesi gerekmektedir.
İslam Alimleri İle Sömürgecilik Arasındaki Çatışma; İlk Yüzyıllardan Modern Döneme
*Hüccetü’l İslam Zebihullah Naimiyan
Sömürgecilik, insanlık tarihinde çok eskilere dayanan bir olgudur ve bunun en belirgin sembollerinden birini Haçlı Seferleri'nde görebiliriz. Yaklaşık iki yüz yıl süren savaşlar, Hıristiyan Batı'nın İslam dünyasına karşı sekiz büyük seferi, çeşitli iniş çıkışları da beraberinde getirmiştir. Öte yandan, hem Şii hem de Sünni İslam dünyasının âlimleri, sömürgecilikle mücadele alanında ciddi rol üstlenmişlerdir.
Bu medeniyet ve fıkıh meselesini ele alırken, bazı tartışmalar Şii âlimlerin rolüne daha fazla odaklanmamızı gerektirse de, Sünni âlimlerin tutum ve eylemlerini de vurgulamayı ihmal etmemeliyiz. Her ne kadar Mısır Darüliftası, ismini zikretmeden çelişkili bir tavır takınsa da İslam Dünyası Âlimler Birliği'nin son aylarda yayınladığı 16 eksenli fıkıh bildirgesi, Sünni ulema ile sömürgecilik arasındaki fikri ve fıkıh çatışmasının tam bir tezahürüydü.
Tarihsel olarak sömürgeciliğin ortaya çıkışının kökenlerine baktığımızda, bu olgunun yalnızca askeri olarak değil, aynı zamanda siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarda da genişlediğini görürüz. Bu gerçeği fark eden İslam âlimleri, bütün bu alanlarda tahakkümle mücadeleye başlamışlardır. Bu tür çatışmanın en belirgin örneğini, Batı sömürgeciliğiyle daha doğrudan bir çatışma yaşayan ve hatta Avrupa ve Afrika'nın bazı bölgelerini fetheden Osmanlı döneminde görebiliriz. Ancak bu imparatorluk da nihayetinde sömürgeciliğin siyasi ve askeri baskıları altında dağılmış ve iki yüzyıl boyunca sayısız yenilgiye uğramıştır.
Şii ulema arasında da özellikle Rusya'nın İran'a saldırması ve bunun sonucunda cihat fetvalarının verilmesi ve büyük âlimlerin cihat risaleleri yazmasıyla birlikte dört önemli mücadele alanı gözlemlenmektedir. Bu karşı karşıya geliş, masum bir imamın veya tüm şartlara sahip bir müçtehidin varlığı olmaksızın cihat fetvası isteme noktasına kadar vardı. Merhum Mirza Kumi de bu durumda artık söz konusu şartlara gerek kalmadığını açıklamıştır.
Uluslararası İslam alanında da Necef âlimleri, İtalya’nın 1911’de Libya’yı, Rusya’nın da 1912’de Kuzey İran’ı işgaline ciddi tepki göstermişler ve Osmanlı hükümeti de bu tutumları memnuniyetle karşılamıştır. Mısır da bundan yaklaşık 220 yıl önce işgalcilerin ve sömürgecilerin saldırısına uğramıştı. Sömürgeciliğin coğrafi kapsamı genel olarak doğuda Endonezya'dan başlayıp, batıda Afrika Boynuzu'na ve hatta Avrupa'ya kadar uzanıyordu.
Bu yolda askeri tahakkümle mücadele etmek hikâyenin sadece bir parçasıdır. Âlimler de siyasi, ekonomik ve kültürel tahakküme karşı aktif bir şekilde karşı çıkmışlardır. Siyasal tahakküm alanında ülkelerin siyasal ve güvenlik bağımsızlığını savunmak onların önde gelen görevlerinden biriydi. Meşrutiyet döneminde ve hatta öncesinde İran ile Rusya arasında yaşanan iki büyük savaşta yaşanan âlim çatışmaları bu çabanın en belirgin örnekleridir. Merhum Mirza Kumi, Molla Ahmed Naraki, Mir Muhammed Hüseyin Sultan’ul-Ulema, Molla Ali Ekber İsfahani ve Ağa Seyyed Ali Tabatabai gibi büyük âlimler bu konuda çok sayıda cihat hükmü çıkarmış ve zengin içeriğe sahip risaleler yazmışlardır.
Hükümetlerin ulusal kimliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu durumlarda bile, âlimler işgal edilen toprakların geri alınması için pratik adımlar atılmasını talep etmek üzere türbelere temsilciler gönderdi. Âlimlerin katılımı sadece İran ile sınırlı kalmadı. Ömer Muhtar, sufi eğilimlerine rağmen Libya'da sömürgeciliğe karşı mücadelede ön saflarda yer almış, hatta kurtarılan bölgelerin idaresinde rol oynamıştır.
Hint alt kıtasında Şii ve Sünni âlimler de İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelede rol oynadılar. İngiliz sömürgeciliği Hindistan'a yalnızca askeri tahakküm yoluyla değil, aynı zamanda kültürel ve elit yapılarla da büyük bir işgal düzenledi. Mevcut egemenliğin ve siyasal yapının sürdürülmesi, kimi zaman bazı aydınların reformist veya devrimci düşünceleriyle çatışıyordu. Mesela Seyyid Cemaleddin Esedabadi, Necef ulemasını Nasreddin Şah'ın zulmüne karşı harekete geçirmeye çalışmıştır. Ancak Mirza Şirazi gibi âlimler, sömürgeciliğin gizli katmanlarını ve yukarıdan gelen siyasi değişimlerin olası sonuçlarını anladıkları için, Şah'ın devrilmesi ve yerine başkasının getirilmesi önerisini kabul etmemişlerdir.
Nasıreddin Şah döneminde, zayıflıklarına rağmen Batı kültürel etkisine karşı bir duyarlılık da vardı. Nasıreddin Şah, Dar’ün Fonun'u ziyareti sırasında öğrencilerin Fransızca yaptıkları tartışmaların hükümete karşı olma ve yabancılara destek verme etrafında döndüğünü fark edince, bu tür toplantıların bir daha yaşanmaması için harekete geçti.
Ancak sömürgeci kültürel etki sadece dil veya eğitimle sınırlı değildi. Etkili bir araç olarak Masonluk bu dönemde önemli bir rol oynamıştır. Masonlar, İslam toplumlarının siyasi, kültürel ve ekonomik elitlerini yöneterek, İslam toplumlarının yönetiminde sömürgeciliğin elini uzatmışlardır. Bunlardan biri de Feth Ali Şah döneminde İran dışişleri bakanının Rusya'ya giderek Masonluğa üye olması ve Doğu Hindistan Şirketi'nden para almasıdır.
Anayasada da bazı siyasetçilerin Batı büyükelçilikleriyle, özellikle de İngiltere ve Fransa'nın büyükelçilikleriyle bağlantılarını gösteren açık belgeler yer alıyor. Nasıreddin Şah'ın damadının evindeki Masonluk belgeleri İngiliz büyükelçiliğine gönderiliyordu.
Şii ve Sünni âlimlerin sömürgeciliğe karşı mücadeledeki rollerinin yalnızca askeri cihat fetvaları vermekle sınırlı olmadığı, bilakis siyasi bağımsızlığın korunması, sömürgeci antlaşmalara karşı çıkılması, bağımlı elitlerin nüfuzuna karşı çıkılması ve İslam dünyasının kültürel ve medeniyet kimliğinin korunması noktasında ciddi ve etkili bir rol oynadıkları açıkça görülmektedir. Bu, bugün yeni sömürgeci projelere karşı yeniden yorumlanması ve değerlendirilmesi gereken bir roldür.
Yeni yorum ekle