Hüseyin (a.s); Keramet ve Adalet Mektebi (1)

Cu, 09/08/2024 - 17:38

Öyleyse kendi halinize ağlayın ey uyuyanlar! Çünkü pek fena bir ölümdür bu ağır uyku.  (Mevlana)

Welayet News  - Değerli kardeşlerim, sizleri yürekten selamlıyor ve Şehitlerin Efendisi Hz. Hüseyin Bin Ali'nin (as) Erbaini dolayısıyla tesliyet ve taziyelerimi size belirtmek istiyorum. Münasebet, İmam Hüseyin'in kıyamının felsefesi hakkında biraz konuşmamızı gerektiriyor. Kerbela tarihinin iki sayfası vardır; biri yemyeşil ve nuranidir; diğeri kapkaranlık ve zülmanidir. Kerbela bir bakıma, “İnsan suçlarının serginlendiği bir sergidir.” [1] Orada yaşanan facialar, benzersiz ya da benzeri nadir bulunan trajedilerdir ve bir anlamda insanlığa karşı cinayet sayılmaktadır. Günahsızların kılıçtan geçirilmesinden tutun da kundaktaki bebeğin öldürülmesi, muhaliflerin üzerine suyun kesilmesi, cenazelerin atların ayaklarıyla tekmelenmesi, kesik başların mızrak uclarına takılması, çadırların yakılması, malların yağmalanması, kadın ve çocukların kırbaçlanması, binlerce kisilik bir orduyla 72 kişilik bir gruba karşı savaşa gidilmesi vs. Bu Kerbela’nın karanlık sayfasıdır. Yezid bin Muaviye, İbni Ziyad, Ömer bin Sa’d ve Havli bin Yezid de bu karanlık sayfanın baş aktörleridir. Kerbela tarihinin karanlık sayfasında kendini dışa vuran, insanın süfli ve hayvani boyutudur. Bu sayfa, onun yırtıcılığını, vahşiliğini gösterir. Ve bu sayfayı okuyup irdelediğimizde, lanet etmek, beddua etmek, göz yaşı dökmek, sızlayıp matem tutmak, mersiye okumak dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Ancak Kerbela tarihinin başka bir sayfası da vardır. Bu sayfa, baştan başa güzellik ve ihtişamla dolu, iftihar tablosu olan altın bir sayfadır. Ahlaki erdemlerin sergilendiği, en yüce insani faziletlerin cisimleştiği, insanın üstün benliğinin tecelli ettiği sayfadır. Ahlaki bir kitaptır, hatta ahlaki bir mekteptir. Nasıl yaşayacağımızı ve nasıl öleceğimizi bu sayfa bize gösteriyor. Bu sayfanın kahramanları da, İmam Hüseyin (as), onun ailesi ve yarenleridir. Bu sayfada insaniyeti kendi zirvesinde görüyoruz. [2]

Aşura hadisesi hakkında birçok çarpıtmalar meydana gelmiştir. Ama bu tahrif ve çarpıtmaların belki de en önemlisi –ki diğer tahriflerin de kaynağıdır büyük ihtimalle – bu hadisenin anlaşılmasıyla ilgili yaşanan tahriftir. Bu tahrif, Kerbela tarihinin karanlık sayfasına yoğunlaşmak ve bu tarihin altın sayfasını unutmaktan ibarettir.[3] Böylece soracağımız soru şudur: Kerbela tarihinin nurani sayfasını okumak istersek, ne yapmalıyız? Diğer bir deyişle, İmam Hüseyin’in (as) gerçekten bize örnek olmasını istersek, kişiliğimizde, karakter ve davranışımızda bir değişim ve dönüşümü icat etmesini ve hayatımızda bir rol oynamasını dilersek, ne yapmalıyız?   

Yapmamız gereken, bu hadiseyi doğru anlamaktır. Bir hadisenin doğru anlaşılması için de onu açıklamak gerekir. Ve bu açıklamanın biçkaç özelliği olmalı ki davranışımızı etkileyebilsin ve ondan ders çıkarabilelim. Burada açıklamadan kasıt, “nedensel açıklama”dır. Nedensel açıklama, bir olguyu meydana getiren nedenlere inerek onu izah etmek demektir. Bir olayın nedenlerinin keşfedilmesinin iki faydası vardır; biri ameli ve pratik faydadır, diğeri ise ilmi fayda. İlmi faydası, o olayla ilgili bilgimizi derinleştirip zenginleştirmesidir. Çünkü nedensel açıklama, “neden” sorusunun cevabıdır ve o olayın neden yaşandığını bize açıklar. Nedensel açıklamanın pratik faydası ise, böyle bir açıklamanın, o olayı tekrarlama veya onu tekrarlamanın önünü alma yolunu bize gösteriyor olmasıdır. Böylece söz konusu olgu veya olay eğer faydalı ve hoş ise, nedeni icat etme yoluyla o olayı yeniden tekrarlayabiliriz ve eğer zararlı ve nahoş ise, nedeni önleme yoluyla onun tekrarlanmasına mani olabiliriz.

Bu nokta, hem tabii olgular için geçerlidir hem de insani olgular için. Tabii olgular tabiat aleminde yaşanırken, insani olgular ise beşeri toplumda yaşanır. Fakat burada önemli bir fark vardır ve o da şudur: İnsani olgular, yani ortaya çıkışında insanların etkili olduğu olaylar, insanların iradesine dayalı özgür aksiyonun bir sonucudur ve bu aksiyon ferdi de olabilir kolektif de olabilir. Dolayısıyla insani bir olguyu açıkladığımızda, kendi inançları ve değerleri temelinde karar alan ve kendi kararına göre davranan özgür fail veya faillerle karşı karşıyayız. Bu nedenle, insani olguları açıklarken insanların özgür eyleminin temel dayanakları da ister istemez söz konusu olmaktadır. Ortaya çıkışında insanoğlunun etkili olduğu hadiseler, çok çeşitli nedenlere ve faktörlere borçludur. Ancak yine de bu faktörleri üç genel başlık altında toplayabiliriz:

1) Birinci faktör, kelimenin genel anlamıyla “çevre” faktörüdür. İnsanların aksiyonu aslında çevreye verilen bir reaksiyon veya tepkidir. Öyle arka plandan kopuk ve mukaddimesiz ortaya çıkan bir davranış olamaz. Her davranış, o davranışı gerekli kılan belirli durum ve koşullarda şekillenip gerçekleştirilir ve dolayısıyla o davranışın doğru açıklanması, o davranışın gerçekleştiği ortamın ve koşulların kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına bağlıdır. Örneğin Kerbela olayını, meydana geldiği kültürel ve siyasi bağlamlar dikkate alınmadan doğru bir şekilde açıklamak mümkün değildir. 

2) İkinci faktör, aktif insan veya insanların sahip olduğu "inançlar"dır. Mesela Allah'ın varlığına ve ölümden sonraki hayata olan iman ve derin inanç, insanın ölümden korkmamasını, gerekirse canını feda etmesini ve şehadete razı olmasını sağlar. Çünkü böyle bir insan, ölmekle bir şey kaybetmediğini bilir ve Mevlana’nın deyişiyle, ölmekle eksilmez. Böyle bir insan için ölmek, yeniden doğmak ve yaşamakla aynı şeydir. Böyle bir ölüm, ruhun beden ve tabiat zindanından kurtulup özgürleşmesidir. Zindandan kurtuluş ise hoş bir şeydir.

3) Ve son olarak üçüncü faktör de, o olayın oluşmasında rol oynayan kişi veya kişilerin uyduğu "değersel" ve "normatif" sistemdir. Herkesin kabul ettiği değerler, ona belirli durumlarda ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini, belirli bir ortam ve bağlamla karşılaştığında nasıl tepki vermesi gerektiğini söyler.

Kerbela hadisesiyle ilgili olarak bu faktörlerin her üçü de kendi yerinde önemlidir ama burada istediğimiz şey, İmam Hüseyin’in (as) davranışına hakim olan ve yön veren mantığı keşfetmektir. Yani bu olayda kilit rol oynayan İmam Hüseyin'in hangi değer ve normatif sistemi takip ettiğini, hangi ilkelere göre karar verip hareket ettiğini görmek istiyoruz. Eğer bu ilkeler "genellenebilir" ise, bizim de bu ilkelere uymamız ve benzer durumlarda benzer davranışlar sergilememiz gerektiği anlamına gelecektir. Ve eğer bu ilkeler, ahlaki ilkeler ise, İmam Hüseyin'in bir ahlak mektebi olduğu anlamına gelir. O, “Ben sizin için örnek ve üsveyim”[4] dediğinde, bu ifadenin şundan başka bir anlamı yoktur: Ben davranışlarımda bir mantığa uyarım ve bu mantığın ilkleri sadece benim şahsıma özgü olmayan, başkaların durumlarını da kapsayan ilkelerdir.

Ama Kerbela hadisesi bize böyle bir ders ve mesaj vermek istiyorsa, bu hadisenin “ilmi”, “tabii” ve “insani” bir açıklamasını ele vermeli ve İmam'ın (as) davranışını bütün insanlarda bulunan akl-ı selim ve sağduyu temelinde anlamalıyız. İlim-üstü, doğa-üstü ve insan-üstü açıklamalarda böyle bir özellik olmayacaktır. İlimüstü, doğaüstü ve insanüstü açıklamalar derken, bu hadiseyi gaybi ve matafizik nedenlere, İmam’ın (as) gaybi ilmi ve ismet gibi kendisine özgü ve genellenemez olan özelliklerine atıfla izaha çalışan açıklamalardır. İzin verin, bu açıklamalara “metafizik açıklamalar” adını verelim.

Birkaç on yıl öncesine kadar Şii düşünürler arasında hakim olan görüş, İmam Hüseyin (as) hareketinin bilimsel ve rasyonel analiz ve açıklamayı kabul etmediği ve bu nedenle uyarlanıp modellenemeyeceği yönündeydi. Bu konudaki geleneksel ve ortodoks görüşe göre, İmam Hüseyin'in (as) kıyamı mühürlü bir sırdır ve keşfedilip uyarlanabilecek herhangi bir rasyonel mantığa tabi değildir. İmam Hüseyin'in (as) ilahi meşiyet doğrultusunda öldürüldüğünü biliyoruz ama işin içinde rasyonel bir hesap olduğunu, onun kendi iradesi ve tercihiyle bu yola adım attığını iddia edemeyiz. İmam'ın (as) gaybi ilmi ve takdir-i ilahinin rolü bu teoride belirgin olan kilit bir roldür.

Zahiren muasır dönemde bu olayın zemini (ayakları yere basan) ve insani açıklamasını yapmaya çalışan ilk kişi, merhum Dr. Şeriati'dir. Dr. Şeriati’ye göre, zer-zor-tezvir üçlüsü el ele vererek kanı afyona dönüştürmüştür. Kan hareketin, kıyamın ve hayatın sembolüdür. Afyon ise, sessizliğin, uyuşukluğun, hareketsizliğin, zulme ve zora karşı teslimiyetin sembolüdür. Kanı nasıl afyona çevirebilirsiniz? Bu hadiseye ilişkin metafizik bir açıklama sunarak. Diğer bir deyişle, bu hadiseyi Allah’ın iradesine, gaybi ve metafizik nedenlere irca ederek açıklarsınız ve bu hadisenin başka hiçbir açıklamasının olmadığını iddia edip şunu söylersiniz: İmam Hüseyin’in (as) şehadeti takdir-i ilahidir; öyle bir takdir ki yaratılışın bidayetinde malum olmuştu ve İmam Hüseyin’in doğuşundan önce, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Fatıma ve Hz. Ali bu ilahi takdirden haberdardı ve Hüseyin (as)’mın bizzat kendisi de önceden ondan haberdardı. Dolasıyla İmam Hüseyin gaybi ilmiyle amel edip ilahi iradenin uygulayıcısı olmuştur.  

Gördüğünüz gibi bu açıklama, Şeriati'den önce Şiiler arasında yaygın olan ve halen de pek çok taraftarı bulunan bir açıklamadır. Bu açıklamayı kabul edersek, bu hadise karşında yapabileceğimiz tek şey ağlamak ve yas tutmaktır. Yani bu olay ancak dua ve mersiye okuma, zincir vurma, sinezeni vb. merasimler için uygun bir zemin sağlaması bakımından bizim için faydalıdır. Bu açıklamaya göre Kerbela olayı eğitici, uyandırıcı, harekete geçirici ve kurtarıcı özelliğini tamamen yitirmektedir. Çünkü böyle bir açıklama çerçevesinde Kerbela olayı, İmam'ın (as) davranışının hiçbir mantığa uymadığı veya bizim bilmediğimiz bir mantığa uyduğu benzersiz bir olaya dönüşmekte ve bu nedenle uyarlanıp örnek alınamaz hale gelmektedir. Çünkü diğer insanlar, İmam Hüseyin'in (as) karar ve davranışlarının namütearif ve gaybi/gizli ilkelere değil, mütearif ve bilinebilir ilkelere dayanması durumunda ancak ona tabi olabililer. Dolayısıyla, “ilmi açıklama”nın yerine “metafizik açıklama”yı koymak, tam da Dr. Şeriati'nin kanı afyona çevirmek dediği şeydir.

Elbette bu açıklama yüzde yüz ve büsbütün yanlış değildir ve bir miktar doğruluk payı vardır. Hadislerde de bunu destekleyecek deliller mevcuttur. Örneğin şu hadis gibi: “İnnallahe şae en yerake ketila; yani Allah seni öldürülmüş olarak görmeyi dilemiştir.”[5] Ancak bu açıklamanın problemi şu ki; evvela bir anlamda açıklama değildir, çünkü Allah’ın iradesinin bütün tabii olgularla ilişkisi eşit orandadır. Yani İmam Hüseyin (as) şehit edilmemiş olsaydı bile, yine Allah'ın meşiyeti ve iradesiyle şehit edilmemiş olacaktı. Başka bir deyişle, bu açıklama, felsefi ve teolojik bir açıklamadır, oysa tabiat aleminde meydana gelen her olayın felsefi ve teolojik açıklamasının –ki o olayın meydana gelişiyle de gelmeyişiyle de ilişkisi eşittir – yanı sıra, tabii ve ilmi bir açıklaması da vardır ki o olayın meydana gelişiyle ve gelmeyişiyle ilişkisi eşit değildir.

Saniyen, bu açıklamadan İmam Hüseyin'in (as) bu olayda Allah'ın iradesiyle zorlandığı ve boyun eğdirildiği ve kendi aklına ve normal ve insani bilgi kanallarından kendisine ulaşan bilgilere dayanarak bir karar vermediği sonucu çıkarılamaz. Çünkü böyle bir sonuç doğru olursa, o zaman bu demektir ki, ne İmam Hüseyin ve yarenlerinin davranışları övgüye layıktır, ne de Yezid ve ordusunun davranışları kınanabilir. Çünkü bu varsayımda hikayenin her iki tarafı da Allah’ın iradesinin uygulayıcılarıydı ve kendilerine ait hiçbir sorumluluk veya yetkiye sahip değillerdi. Artı, bu açıklama bazı tarihi belgelerle de tutarlı değildir. İmam'ın (as) Yezid'in ordusunun bu cürmü işlemesinin durdurulması yönünde defalarca nasihat etmesi ve Müslüm İbni Akil'in şehadet haberini duyduktan sonra Medine'ye dönme (ya da Yemen'e gitme) kararı örnek olarak verilebilir. Başka bir deyişle bu açıklama, Şia'nın özgürlükçü ilkelerinden ziyade Beni Ümeyye'nin cebriyetçi/deterministik ilkeleriyle daha uyumludur.

Her halükarda, bir hadise yaşandığında, işin içinden sıyrılmanın en kolay yolu şu ki diyelim: Allah böyle olmasını istemiştir ve O’nun iradesi karşısında yapılabilecek ve yapılması gereken tek şey teslim olmaktır.  Sorumluluktan kaçınmanın ve sıyrılmanın en iyi yolu budur. Bu tür metafizik açıklamalarda, o olayın meydana gelmesinde rol oynayan insan iradesinin, yetkisinin, aklının, şuurunun ve sorumluluğunun yanı sıra diğer çevresel faktörlerin rolü sıfıra indirilmektedir. Çünkü tüm bu faktörler Allah'ın iradesine mahkum/mağlup olmuştur. Dolayısıyla bu olaydan hiçbir ders alınamaz ve bu olaya verilecek tek tepki ağlamak ve yas tutmaktır.

Öyle görünüyor ki, Şia mezhebinde bazı Şiilerin İmam Hüseyin'e atfettiği rol ve saygınlık, Hıristiyanların İsa Mesih'e atfettiği rol ve saygınlığa benzerdir. Bu gruba göre İmam Hüseyin (as), Allah'ın iradesiyle, biz ona ağlayalım ve böylece günahlarımız bağışlansın diye öldürülmüştür. Bu açıklama aslında bir açıklama değil, bir çarpıtmadır. Merhum Şeriati'nin deyişiyle, kanı afyona çeviren bir çarpıtma ve tahriftir bu. Elbette bu açıklama, zalim ve zorba yönetimlerin tam zevkine göredir; çünkü insanları eğlendiriyor, uyutuyor, akıl ve şuurlarını uyuşturup tatil ediyor.

Etki ve pratik sonuç açısından bu metafizik açıklamadan pek farklı olmayan bir diğer açıklama ise, İmam Hüseyin'in (as) özel ve şahsi olan, başkalarına genellenemeyecek bir emirle hareket ettiğini söylemektir.

Dediğim gibi, Şii düşünürler arasında Dr. Şeriati, bu olaya İmam Hüseyin'in (as) kıyamının uyarlanabileceği ve başkalarının da ders alabileceği zemini, tabii ve akla yatkın bir açıklama getirmeye çalışan belki de ilk kişidir. Dr. Şeriati'nin kendisinin alternatif olarak önerdiği açıklama kısaca şu şekildedir: İmam Hüseyin, döneminin siyasi ve sosyal koşulları hakkında sahip olduğu detaylı bilgilerle, Emevi hükümetine karşı yapılacak ayaklanma ve kıyamın hemen sonuca varmayacağını, yani bu hükümetin devrilmesiyle sonuçlanmayacağını biliyordu. Dolayısıyla yapabileceği tek şey, bu iktidarın çirkin ve yozlaşmış yüzünü şehadet yoluyla ortaya çıkarmaktı. İmam (as)’mın amacı teşhir ve ifşa emekten ibaretti ve bunda başarılı da oldu. Bu ifşa elbette daha sonra sonuç vermiş ve nihayetinde Emevilerin çöküşüne yol açmıştır.

Dr. Şeriati'ye göre İmam Hüseyin'in uyduğu ahlaki prensip şuydu: “Gücün varsa öldür, gücün yetmiyorsa öl.” Diğer bir deyişle, zalim ve zorba rejime karşı mücadele edip onu yıkabiliyorsanız, göreviniz o rejime karşı mücadele etmek ve onu yıkmaktır. Ama yapamıyorsanız, kıyamınız sonuçsuz kalıyorsa, görev tamamen omuzlarınızdan kalkmış olmuyor, bilakis başka bir göreviniz daha var ve o da şehadet yoluyla ifşa ve teşhirden ibarettir.

Dr. Şeriati'ye göre, o dönemin kendine özgü siyasi ve sosyal koşulları nedeniyle Emevi rejimine karşı hiçbir mücadelenin başarma imkanı yoktu ve İmam Hüseyin'in yapabileceği tek şey, Emevi rejimini rüsva etmek ve Müslümanların uyuşuk vicdanlarını şehadetiyle uyandırmaktı. Elbette ki kitleler gaflet uykusundan uyandıklarında kıyam edip ayaklanacaklardı ve sonunda zalim ve müstebit sistem yıkılacaktı. Ama bu sistemin çöküşü tedrici biçimde gerçekleşecek ve zafere tanık olamayanların şehadetine bağlı olacaktı. Dolayısıyla İmam'ın (as) Medine'den ayrılışından itibaren hedefi şehadetti. Dr. Şeriati, Şah'ın despot rejimine karşı olmak başta üzere benzer koşullar altında benzer bir görevimiz olduğu sonucuna varıyor. Zalimleri öldüremezsek ölebiliriz ve bu şekilde onları rezil’u rüsva edebiliriz. 

Dr. Şeriati'nin açıklamasının olumlu ve olumsuz yanları var. Avantajları veya kuvvet noktaları arasında bazı tarihsel verilerle uyumlu olması ve bu verileri iyi bir şekilde ele alıp gerekçelendirmesi yer alıyor. Bu açıklama, diğer şeylerin yanı sıra, İmam Hüseyin'in (as) bu riskli yolculukta neden Ehl-i Beyt'in kadın ve çocuklarını, kız kardeşi Hz. Zeyneb'i de yanına aldığı sorusuna güzel bir cevap veriyor. Diğer açıklamalar bu soruya ikna edici bir cevap vermemektedir. Ancak Dr. Şeriati'nin bu soruya verdiği cevap şu ki, Kerbela hadisesi bir misyon temelinde gerçekleşti ve bu misyon iki bölümden oluşuyordu: İlk bölümü İmam Hüseyin ve diğer şehitlerin omuzlarında, ikinci bölümü ise Hz. Zeynep (s.a) başta olmak üzere esirlerin omuzlarındaydı. Şeriati, despot rejimin çirkin yüzünü ortaya çıkarmak için şehadetin kendi başına yeterli olmadığına, şehadetten sonra şehit kanlarının mesajını halk kitlelerine iletenlerin olması gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden Şeriati şöyle diyordu: “Gidenler Hüseyni bir eylem yaptılar, kalanlar da Zeynebi bir eylem yapmalıdır, yoksa Yezidi sayılırlar."

Ancak bu açıklamanın zaaf noktaları da var. Öncelikle İmam Hüseyin'in (as) neden Medine'den ayrılarak Mekke'ye gittiği, daha sonra Küfe'ye doğru yola çıktığı ve neden Müslim bin Akil'i Küfe’nin durumuyla ilgili bilgi toplamak ve halkından biat almak için oraya gönderdiği gibi tarihi verilerin bir kısmı ile örtüşmüyor. Bunlar, Dr. Şeriati'nin açıklamasının ikna edici bir cevap vermediği soru örnekleridir. Çünkü amacı şehit olmak olan birinin, bunun için Küfe'ye gitmesine ve Küfe halkının davetine olumlu cevap vermesine gerek yoktur.

Saniyen, Dr. Şeriati'nin açıklamasından, kendisinin istediği sonucu almak da mümkün değil. Diğer bir deyişle, bu açıklamadan hareketle, “Öyleyse, herkesin görevi şu: Öldüremiyorsa ölmelidir” sonucu da çıkarılamaz. Çünkü her şehadet, İmam Hüseyin'in (as) şehadetinin etkisi ve özelliklerini taşımaz. İmam Hüseyin müstesna bir şahsiyettir, Peygamber torunudur. Peygamber’in (s.a.a) onu ne kadar sevdiği halkın malumudur. Toplum içinde yüksek bir içtimai konuma sahiptir. İbni Abbas’ın deyişiyle, halkın kılıçları ona karşı olsa da kalpleri ondan yanadır. Böyle bir şahsiyetin şehadeti toplumu sarsabilir, uyuşan vicdanları uyandırabilir ama sıradan insanların şehadeti bu tür bir özelliğe ve etkiye sahip değildir. Dolayısıyla Dr. Şeriati'nin açıklamasını kabul edersek, bundan çıkarabileceğimiz maksimum sonuç şudur: Eğer şahsiyetiniz ve sosyal statünüz, insanlar sizin şehadetiniz sayesinde gaflet uykusundan uyanacak durumdaysa, o zaman göreviniz  ifşa ve teşhir olacaktır. Ama mümkündür bu seviyede olmayan yüzbinlerce insan şehit olsun ama bir yaprak bile kımıldamasın.

Kerbela olayı ile ilgili ikinci ilmi açıklama, Havza'nın müçtehitlerinden merhum Ayetullah Salihi Necef Abadi’nin yaptığı açıklamadır. Merhum Salihi’nin “Şehid-i Cavid/Ölümsüz Şehit” adında bir kitabı vardır. Kendi türünde eşsiz veya eşi az bulunan bu kitap, seçkin bir araştırma çalışmasıdır ve yazarın araştırmasının sonuçlarıyla aynı fikirde olmasanız bile, onun tarihsel verileri analiz etme ve açıklama yöntemine hayran kalmamanız mümkün değildir. Merhum Salihi'nin iddiası, İmam Hüseyin'in kıyamının,  mütearif insani aklın veya sağduyunun hesaplamalarına dayanarak ve mütearif kanallardan kendisine ulaşan bilgilere dayanarak analiz edilip açıklanabileceğidir. Onun görüşüne göre, İmam Hüseyin (as) İslami bir hükümet kurmak için kıyam etmiştir. Yani İmam’ın (as) amacı, Yezid hükümetini devirip İslami bir hükümet kurmaktı. Ona göre, Küfe halkından İmam'a ulaşan çok sayıda mektup ve davet göz önüne alındığında, bu kıyamın başarıya ulaşma ihtimali çok yüksekti. Ancak durum umduğu gibi gitmemiş, İmam'ın öngörüsü tutmamış ve İmam (as) istemediği halde dayatılan bir savaşa girip sonunda şehit olmuştur.

Bu açıklamanın da artıları ve eksileri var. Avantajı, İmam'ın Medine'den ayrılışı, Küfe'ye doğru hareket etmesi ve İmam'ın (as) Yezid'in ordusunun komutanlarıyla yaptığı diyaloglar –ki bu diyaloglarda Küfe halkının mektuplarına atıfta bulunuyor ve beni bu mektuplarla Küfe'ye davet ettiniz diyor –  ve kendi motivasyonunu açıklarken iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve Yezid’in meşruiyetini sorgulamaya değindiği konuşmaları gibi bazı tarihsel verileri iyi kapsaması ve izah etmesidir.

Bu açıklamanın dezavantajı ya da zaaf noktası ise, diğer bazı tarihsel verilerle uyumlu olmaması ya da onlarla ilgili bir izahta bulunmamasıdır. Örneğin İmam Hüseyin'in (as), Müslim'in şehadetini ve Küfe halkının namertliğini ve dönekliğini öğrendikten sonra neden teslim olmadığı ve şehadeti biata tercih ettiği sorusuna bu açıklama açık ve ikna edici bir cevap vermemektedir. Ayrıca bu açıklama çerçevesinde İslam devletinin kurulması ve fikhi hükümlerin icrası nihai hedef olarak öne sürülmektedir, yani iyiliğin emredilip kötülüğün nehyedilmesinin toplumda ve halk kitlesi arasında icrasının hükümetin ele geçirilmesine bağlı olduğu ileri sürülmektedir. Ve İslamcıların birçoğunun zihinin arkasında yatan telakki de budur. Bu telakkiye göre, İslam toplumu yozlaşır ve bu yozlaşma şer’i ahkamın çiğnenmesinden ibarettir. Bu bozulmanın ıslahı için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak gerekir ama hükümeti ele geçirmeden iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle hükümet, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak ve fikhi hükümleri uygulamak için bir araçtır ve İmam Hüseyin de bu amaçla kıyam etmiştir.

Oysa dini toplumlar da dahil olmak üzere her toplumda bozulan ve ıslah edilmesi gereken ilk şey hükümetin kendisidir ve iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanması da temelde hükümetin bozulmasını engellemek içindir. Bir kimsenin, fıkhi hükümleri biliyor ve fıkhi emirleri ve yasakları yerine getiriyor diye bozulmaya ve gücün, servetin ayartısına maruz kalmayacağını, dolayısyla kolektif nezaret ve kontrole muhtaç olmadığını ve bozulabilir olanın ancak halkın kitlesi olduğunu ve devlet adamlarının vazifesinin iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek yoluyla kitlelerin bozulmasına mani olmak olduğunu düşünüyor olması, siyasi iktidar ve onun gerekleri konusunda naif bir anlayıştır. Gerçek şu ki bu ilişkinin tam tersi doğrudur. Yöneticiler yönetilenlerin türündendir ve güç yozlaşmayı getirir, mutlak güç ise mutlak yozlaşmayı. Hükümetin yozlaşması ise mücadele edilmesi gereken en önemli kötülüktür. Devlet adamları diğer sınıflardan daha fazla kamu denetimi ve kontrolüne muhtaçtır; çünkü, hem bozulmaya daha fazla maruzdurlar hem kendilerinin bozulmasının tehlikesi ve zararı kitlelerinkinden daha büyüktür.

Bu arada, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmayla ilgili rivayetlerde bu önemli noktaya işaretler vardır. Örneğin bazı hadislerde, iyiliği emretmeyi ve kötülükten sakındırmayı terk ettiğiniz takdirde kötülerin topluma hakim olacağı, yani toplumun irşadını, kontrolünü ve yönetimini ele geçirecekleri bildirilmektedir. Her halükarda İmam Hüseyin'in (as) karşılaştığı en önemli münker veya kötülük hükümetin kendisiydi. Ve o, “Ve innema ene haractu litalebi-l islahi fi ummeti ceddi (Ancak ceddimin ümmetini ıslah etme talebiyle kıyam ettim) derken, “Ceddimin ümmeti yozlaştı. Ceddimin ümmetini ıslah etmek için hükümeti ele geçirmeliyim ve bu yolla ümmeti ıslah etmeliyim” demek istemiyor. Ümmet burada ıslahın "zarf"ıdır, onun “konu”su değildir. Islahın konusu, zalim siyasal sistemdir.

Şehit Ayetullah Mutahhari, Kerbela olayıyla ilgili üçüncü bir açıklama sunuyor. Ona göre İmam Hüseyin'in (as) kıyamında üç önemli faktör etkili olmuştur: 1) Yezid tarafından biat talebi. 2) Küfe halkının daveti. 3) İyiliği emredip kötülükten sakındırma. Ona göre, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma faktörü esas faktördür ve diğer iki faktörün tamamlayıcı ve güçlendirici bir rolü vardır, yani eğer bu iki faktör devrede olmasaydı İmam Hüseyin (as) yiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak için yine kıyam ederdi.

Bu açıklamanın da bir takım meziyetleri vardır. Mesela, diğer açıklamaların aksine, İmam Hüseyin’in (as) gerekçesinin ve motivasyonunun yalnızca bir faktör olduğunu var varsaymaz. Ama bu açıklama da zaaftan hali değildir. Evvela bu açıklama yeterince derin değil, yani İmam Hüseyin'in neden her ne pahasına olursa olsun Yezid'e biat etmeye yanaşmadığını bize açıklamıyor. Saniyen, Şehit Mutahhari, merhum Salihi’nin İmam Hüseyin'in amacının hükümet kurmak olduğu yönündeki görüşünü eleştirirken, İmam Hüseyin'in Emevi yönetiminin yıkılmasının ve İslami bir hükümetin kurulmasının o şartlar altında mümkün olmadığını önceden bildiğini ve bu nedenle İmam’ın (as) asıl amacının hükümet kurmak olmadığını söylüyor. Ama bir yandan da şu iddiada bulunuyor: İmam Hüseyin Kufe halkının davetine icabet etmeseydi tarih önünde sorumlu olurdu ve başkaları da davete neden icabet etmediğiniz diye ona itiraz edebilirdi. Yazara göre bu iddia çelişki içermektedir. Çünkü İmam, Emevi hükümetine karşı yapılan ayaklanmanın istenen sonuca ulaşmayacağını önceden biliyor olsaydı, Küfe halkının davetine olumlu yanıt vermemek için geçerli bir mazereti vardı ve tarih önünde de sorumlu olmazdı. İmam Sadık'ın (as) daha sonra itirazcılara verdiği cevabın aynısını kendisine itiraz edenlere verebilirdi. O cevap şuydu: Kıyam neticeye varmaz .

Merhum Mutahhari'nin nazariyesinin bir başka problemi de İmam’ın (as) hareket ve davranışları için fıkhî bir gerekçe keşfetmeye çalışmasıdır. Diğer bir deyişle, onun iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma konusuna ilişkin görüşü, fıkhî bir görüştür. Fakat iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmaya dönük fıkhî bir anlayışla İmam Hüseyin'in hareketi açıklanamaz, çünkü fıkıhta iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın bir takım şartları vardır ve bu şartlardan bazıları konumuz olan örnekte yoktur. Bu şartlardan biri, etki ihtimalidir. Yezid ve çevresi ve temsilcileri ise İmam'ın (as) itirazından etkilenecek kimseler değillerdi. Fıkhî açıdan iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın vacip olmasının ikinci şartı, bu işin herhangi bir tehlike ve zarar içermemesidir. En büyük tehlike ve zarar ise ölümdür. Burada bazı kimseler bu şartın İslam’ın aslının tehlikede olmadığı duruma özel olduğunu ve o dönemde İslam’ın aslının tehlikede olduğunu, çünkü halifenin köpek gezdiren, maymun gezdiren, şarap içen ve ensest ilişkiye girerek zina yapan biri olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu gerekçeler ikna edici değil, çünkü Muaviye'nin İslam'a yönelik tehlikesi Yezid'inkinden çok daha büyüktü ve eğer İslam'ın esasına yönelik tehdit İmam'ın (as) hareketinin temeli olsaydı, kaideten Muaviye'nin döneminde kıyam etmesi gerekirdi.

Sonraki problem de şu ki, İmam Hüseyin'in, Müslim'in şehadetini ve Küfe halkının yüzçevirdiğini öğrendikten sonra aldığı ve ona göre hareket ettiği kararların, iyiliği emredip kötülükten men etme ilkesine dayalı olarak açıklanamaz. Ayrıca bu teori bazı tarihsel verilerle de örtüşmemektedir. İmam Hüseyin (as), Yezid'in ordusuna: “Buraya sizin davetiniz üzerine geldim, madem davetinizden vazgeçtiniz, siz işinize bakın, ben de Medine'ye döneceğim” derken, bundan böyle kıyam için bir gerekçesinin olmadığını söylemek istiyor, yoksa siz işinize bakın, ben de işime bakacağım ve sonra yine kıyam edeceğim demek istemiyor. Ne İmam Hüseyin böyle mantıksız bir talepte bulunur ne de Yezid'in ordusu onu kabul ederdi.

Ancak bu üç açıklamada olumlu üç ortak nokta göze çarpmaktadır: Birincisi, İmam Hüseyin'in hareketi rasyonel bir hesaba ve kitaba göre gerçekleşmiş ve normal insan aklına dayanmıştır. İkincisi, İmam Hüseyin'in bu ayaklanmadaki motivasyonu görev duygusu ve hissi olmuştur. Üçüncüsü, İmam'ın (as) yerine getirmek üzere kıyam ettiği görev, kişisel ve özel bir emir değil, umumi ve cem’i bir görevdir. Dolayısıyla benzer durumlarda başkalarının da omuzlarında böyle bir görev vardır.

Diğer bir beyanla, adı geçen düşünürlerin İmam Hüseyin'in kıyamına ilişkin yaptıkları açıklamanın üç özelliği vardır: Birincisi, yaptıkları açıklama “ilmi” bir açıklamadır; ikincisi ise "değersel" ve "normatif" bir açıklamadır. Bütün bu açıklamalar, İmam Hüseyin'in kendi kıyamında bir veya birden fazla belirli davranışsal değer veya kurala uyduğunu varsaymakta ve İmam Hüseyin'in davranışına hakim mantığı keşfetmeyi amaçlamaktadır. Üçüncüsü, bu norm veya normlar "genel" ve "evrensel"dir ve tüm insanları kapsamasa da en azından tüm Müslümanları kapsar ve İmam Hüseyin gibi birine özgü değildir.

Daha açık bir ifadeyle, tüm bu açıklamaların ön varsayımı –ki doğru bir varsayımdır –özgür ve muhayyer öznenin iradi ve özgür davranışında hem o eylemi kendisi için haklı çıkaracak, hem de kendisini o eylemi yapmak için motive edecek bir delile ihtiyaç duyduğudur. Eğer İmam Hüseyin'in hareketinin gönüllü ve özgür bir eylem olduğunu varsayarsak, o zaman İmam Hüseyin'in (as) tamamen özgür ve muhayyer bir şekilde, önünde var olan çeşitli seçenekleri ve olasılıkları tarttığını, gönüldaş akil insanlarla ve nasihat eden müşfik kimselerle danıştığını ve sonra karar alıp ona göre hareket ettiğini kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla İmam Hüseyin'in, hem bu eylemi kendisi için meşrulaştıran hem de onu harekete geçmeye motive eden rasyonel bir delili veya delillerinin olduğunu kabul etmeliyiz.

Ancak tüm bu teorilere getirilebileceğini düşündüğüm önemli tenkit, bu teorilerin, İmam'ın kıyamını gerekçelendirmesinin “din içi” ve “fıkhî” bir gerekçelendirme olduğunu göstermeye çalışmasıdır. Oysa öyle görünüyor ki İmam'ın gerekçesi,  “ahlaki” ve “din-üstü” bir gerekçedir ve bu nedenle İmam Hüseyin (as) sadece Müslümanlar veya Şiiler için örnek değildir, tüm insanlar için örnektir. Çünkü ahlak, din üstü bir konudur. İmam Hüseyin'in bir yerde düşman ordusuna hitaben, “Dininiz yoksa, bari özgür olun” buyurması, tam olarak şu anlamdadır: Benim davranışıma hakim olan mantık, din-üstü bir mantıktır ve sizin davranışınıza hakim mantık da din-üstü bir mantıktır. Benim haklı olduğumu, davranışımın doğru olduğunu ve bana yönelik muamelenizin ise yanlış ve savunulamaz olduğunu anlamanız için Müslüman ya da Şii olmanınıza gerek yok, sadece insan olmanız yeterlidir. Başka bir deyişle, benim eylemim, genel ve evrensel olan ve insani kimlikten kaynaklanan ahlaki kriterlere göre hakçadır ve makuldur, sizin eyleminiz ise aynı kriterlere göre haksızçadır ve yanlıştır. Söz konusu gerekçelerin ve kriterlerin neler olduğu bir sonraki toplantıda tartışacağımız konudur.

Ebulkasım Fenai /Çev: Mehmet Gönül -Welayet News  

 

[1] Mutahhari, Hamasey-i Hüseyni (Hüseyni Destan), c. 1, s. 121.

[2] Şehit Aeyetullah Mutahhari bu bağlamda şöyle yazıyor: “Niçin Kerbala olayını sürekli karanlık sayfasından incelemeliyiz? Neden Kerbela cinayetleri hep anlatılmalı? Niçin Hüseyin Bin Ali sürekli canilerin gadrine uğradığı açıdan araştırma konusu olsun ki? Neden Hüseyin Bin Ali adına söylediğimiz ve yazdımız sloganlar, Aşura’nın karanlık sayfasından alınsın ki?...” (Bkz., a.g.e, c.1, 121-125; c. 3, s. 73) Şiilerin neden daha çok Kerbela’nın karanlık sayfasına ilgi gösterdiklerinin kültürel, sosyal ve siyasi nedenleri vardır ve bu konunun tahkiki sosyolojik araştırmalara muhtaçtır.  

[3] Mevlana, bu zaviyeden Kerbela hadisesine bizi çağıran nadir kimselerden biridir.

[4] “Ve lekum fiyye usveh: Ben sizin için örneğim veya bende sizin bir örneklik vardır”.

[5] Bazı araştırmacılara göre, bu rivayetin senedi yoktur ve bu nedenle geçersizdir.      



Yeni yorum ekle