NATO’nun Kafkasya’nın geleceğine yönelik olası müdahalesi ve saldırganlığına karşı uyanık olmanın gerekliliği
Ali Ekber Velayeti önemli bir makalesinde, Kafkasya’nın geleceği ve NATO komplosu konusunda bölgedeki tüm tarafların uyanık olması gerektiğini vurguladı. Fars Körfezi İşbirliği Konseyi ve Rusya’nın son ortak açıklamasına da tepki gösterdi.
Welayet News - İran İslam İnkılabı Rehberinin danışmanı Ali Ekber Velayeti, “NATO’nun Kafkasya’nın geleceğine yönelik olası müdahalesi ve saldırganlığına karşı uyanık olmanın gerekliliği” başlıklı yazısında, bölgedeki ve uluslararası ilişkilerdeki son durumu analiz etmiş, ayrıca NATO, Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nin İran’ın kuzeyinde ve Rusya’nın güneyindeki son hareketleri hakkında bazı bilgiler vermiştir. Dr. Velayati’nin makalesinin detaylarını aşağıda okuyabilirsiniz:
Bismillahirrahmanirrahim
NATO'nun Kafkasya'nın Geleceğine Yönelik Olası Müdahalesi ve Saldırganlığı Konusunda Uyanık Olma İhtiyacı 1871'den 1914'e kadar süren 43 yıllık dönem korkunç iç yansımaların aksine, "Silahlı barış" dönemi olarak biliniyordu. O zamana kadarki en yoğun ve kapsamlı insan savaşının başlangıcı olarak adlandırılan bu dönem arkasında 16 milyondan fazla ölü, milyonlarca yaralı ve binlerce yerinden edilip mülteci konumuna düşürülmüş insan bıraktı. 43 yıllık silahlı barış döneminde Fransa, İngiltere, Rusya Çarlığı, Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya ülkeleri makineli tüfek, tank ve uçak gibi çeşitli silah türlerinin icadıyla birlikte bunların üretimini de yaygınlaştırarak yeni bir döneme girdiler.
Bu dönem Birinci Dünya Savaşı sonunda itilaf devletleri ile Almanya arasında imzalanan Versay Antlaşması ile sona erdi (bu antlaşma hakkında daha fazla bilgi için bkz: Mali, 1390, s. 127-128; Palmer, 1389, s. 1236-1241; Hughes, 1389, s. 105-107; Tenbrook, 1385, s. 208-211; Carter, 1390, s.114;Giri, 1379, s.34-35; Shirer, 1367;s.103-104)
Ancak bu barış antlaşması, 21 yıl sonra çok daha korkunç bir dünya savaşının yeniden başlamasına zemin hazırladı. 6 yılda 70 milyondan fazla insan öldü ve bu savaşın iğrenç sonu, Amerikalıların Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde 2 nükleer bombayı patlatması ve yaklaşık 220 bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olmasıyla geldi. Bu alçakça saldırıyla birlikte adlarını insanlık tarihinin en aşağılık eylemiyle tescillendirdiler. (Bakınız; Şairer, 2017, s. 107-108; Dolandlen, 2018, s. 158, 386; Tavakkel, 2013, s. 36-41; Palmer, 2019, s. 1356-1467; Tenbrook, 2015, s. 217-245) ; Geary, 2019, s. 35; Nehru, 1361, cilt 3, s. 1822-1823;Mukaddem, 1382, cilt 1, s. 80-81; Ebu Hamza, 1397, s. 107
İkinci Dünya Savaşı'nın galipleri, Potsdam'da kendi lehlerine ve yenilenlerin zararına olacak yeni bir anlaşma imzaladılar. ( Potsdam Anlaşması: Ağustos 1945'te İkinci Dünya Savaşı'nın galibi üç Müttefik ülke olan Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında yapılan anlaşmadır.) Daha sonra bu üç ülke savaşların meydana gelmesinde daha ciddi bir rol oynadılar ve bu rol ile kendilerini dünyanın tek hakimi gibi hissettiler.
Yalta'da toplandılar (Yalta Konferansı) ve bir anlaşma imzaladılar. Bu iki anlaşmanın yeni bir dünya savaşını önlemek için imzalandığını iddia etmişlerdi ancak Potsdam ve Yalta'nın imzalanmasından sonraki ilk yıllardan itibaren uluslararası ilişkiler başka bir aşamaya girmiş ve "Soğuk Savaş" adı verilen yeni bir olgu ortaya çıkmıştır.
Bu soğuk savaşın kalbinde iki askeri anlaşma, NATO ve Varşova Paktı filizlendi. Bu iki askeri anlaşmanın imzalanması, iki entelektüel ve politik okul olan liberalizm ve komünizm arasındaki çatışmaya dayalı olarak oluşturulan, Doğu ve Batı'nın iki yeni fraksiyonunun çizgisini gösterdi. (Daha fazla bilgi için bakınız: Muhammadi, 1388, s. 51; Musli-Nejad, 1394, s. 16)
Bu iki yeni oluşumun arasından çıkıp gelen bir dizi talihsiz olaylar; Berlin Duvarı'ndan tutun, Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki sınır hattından oluşturulan ayrım çizgisine kadar devam etti. Batılılar kendilerini ‘özgür dünya’ olarak adlandırırken, Doğu bloku kendini, Sir Wilson Churchill'in deyimiyle "demir perdenin arkasındaki dünya" olarak adlandırdı.
Bu arada, Batılılar tarafından "Üçüncü Dünya" olarak adlandırılan, Batı sömürgeciliğinden ve neo-sömürgeci ajanların tiranlığından kurtulan üçüncü dünya ülkeleri ortaya çıktı. 1955'te Endonezya'nın güzel yuvarlak adası Bandung'da ne Doğulu ne de Batılı olan devrim niteliğinde yeni bir yapı oluştu ve bu yapı "Bağlantısızlar Hareketi"nin doğuşu oldu. (Bandung Konferansı)
Acı çeken ve sömürgeleştirilmiş kitlelerin kalbinden doğan özgür ruhlu büyükler bu harekete katıldı ve geleneksel sömürgeci güçlerin liderlerini sarstı. Bunlar arasında şu isimler vardı: Cemal Abdul Nasır (1970-1918) Balfour’un gizli destekçilerinin ve siyonizmin zulmüne maruz kalan savaşçı, Nazi işgallerine karşı duran Adriyatik savaşçılarının başında gelen Mareşal Tito (1892-1980), Mahatma Gandi'nin (1869-1948) halefi Cevahirlal Nehru (MS 1889-1964), Sri Lanka'nın özgürlük savaşçısı Solomon Bandaranaike (1899-1959), İngiliz zulmüne karşı duran Ortodoks Başpiskopos Makarios (1977-1913), Endonezya Devlet Başkanı Sukarno (1901-1970), Gana'nın lideri Kwam Nkrumah(1922-1984), Mozambik lideri Samora Machel (1986-1933), Angola lideri Jonas Savimbi (1934-2002), Tanzanya lideri Julius Nyerere (1922-1999), Malta Başbakanı Dom Mintoff (1916-2012), Çin Başbakanı Çu Enlay (MS 1898-1976).
Doğu ile Batı arasındaki Soğuk Savaş'ın sonuçları, Bağlantısızlar Hareketinin etkileri ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin güçlenmesi, dünyada yeni bir olgunun ortaya çıkmasına neden oldu. Bu gelişmeler, ülkeler ve bölgeler arasındaki yerel savaşların yeni bir dünya savaşına dönüşmesini engelleyen özellikle atom çağında topyekun bir savaşın başlamasına karşı önlem alan Kremlin ile Beyaz Saray arasında kırmızı bir telefon hattının kurulmasıyla devam etti. Sanki olmuş ve olacak savaşlarla alakaları yokmuş gibi.
Geçen yüzyılın ellili ve yetmişli yılları arasında Ruslar sonuç olarak uluslararası siyaset alanında Batılıların önündeydiler. Uluslararası sahnede nerede bir konu tartışıldıysa ve oylandıysa, Rusların ya da daha kapsamlı bir tabirle ‘üçüncü dünyanın’ etki alanını oluşturan " doğu siyasetinin" oyları ve taraftarları Amerika ve müttefiklerine oranla daha fazlaydı. Bu gelişmeler öyle bir yere ulaştı ki Senegal Temsilcisi Amadou-Mahtar M'Bow, Birleşmiş Milletler'e bağlı en önemli uluslararası bilim ve kültür kuruluşu olan UNESCO'nun Genel Müdürü olma noktasına geldi.
Bu olay, 1950'lerden itibaren dünyanın entelektüel-kültürel alanının üç asır boyunca solun elinde olduğu anlamına geliyordu. Amerikalılar o kadar pasifleştiler ki, bu otuz yıl boyunca Amerikan kültürünün solun egemen kültürü karşısındaki başarısızlığının son işaretlerinden biri olan UNESCO'dan çekilme eylemine karar verdiler.
Amerikalılar Vietnam Savaşı sırasında Hollywood'da filmler çekerek dünya kamuoyunu güya Amerika gerçeğine doğru yönlendirmek istediler. "Yeşil Şapkalar" filmi, batı dünyasının aktörlerinden "John Wayne"in oyunculuğu ile yapılmıştı ancak bu film o gün dünyanın büyük bir bölümünde alay konusu olmuş, lanetlenmiş ve eleştirilmiştir.
İş öyle bir noktaya gelmişti ki, ABD Senatosunda ABD'nin UNESCO gibi bazı BM kurumlarından çekilmesi için bir plan önerildi; Ama yavaş yavaş, o dönemde dünyaya hakim olan sol kültür içeriden yozlaştı. ‘Elde edilen güç, ne zaman gücü oluşturan unsurlardan arındırılırsa içeriden çürür’ ilkesinden hareketle bir süreç yaşandı. Bu olumsuz yönde gelişen karmaşanın apaçık alameti, dünya solcularının kabesinin düşüşe geçtiği yerden başladı. Böylece bir zamanlar proletarya adına kurulan ve 1917 Ekim Devrimi'ne dayanan hükümet, ilkelere aykırı olan öyle bir noktaya ulaştı ki; Proletaryayı temsil ettiğini iddia eden hükümetin temsilcilerinin limuzinlerinin rahatça yol alması için Lenin'in heykelinin yanı başında özel bir yol yapıldı. Bu, işçi sınıfı egemenliği tarihinin sonu olarak kabul edildi.
Son olarak, makalenin kapsamı dışında kalması ile kısa tutarak açıklıyorum. Sovyet hükümeti Batı'ya karşı yenilgisini kabul etti ve Sovyet hükümeti dağıldı. Kızıl bayrağın liderleri onu yere indirdi ve Moskova eski mevzilerinden geri çekilmeye başladı. Nihayet Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla Doğu düşüncesinin başarısızlığının sesi bu duvarın yıkım sesleri üzerinden duyuldu. Proletaryanın eski temsilcilerinin teslimiyetçi tutumu adım adım geri çekilmelerine neden oldu. Ve neo-realistler yavaş yavaş Anglo-Sakson (teorik bilgiden ziyade sonuç odaklı pragmatist) kültür etrafında dolanmaya başladı.
Doğu ile Batı arasındaki siyasi çekişmede yeniden bir dönem başladı. 1990'ların başında, Baba Bush, bir grup Amerikan deniz kuvvetlerinin sabah töreninde, artık dünyanın tek kutuplu olduğunu, tek bir süper gücün olduğunu ve bunun da dünya güvenliğinin garantörü olan Amerika olduğunu duyurdu. Amerikalıların, dünyanın küresel bir köy gibi olduğuna inanan McLuhan'ın teorisini uygulayabilecekleri yanılsamasına kapıldılar (bu köyün bir tek tanrısı olduğu ve o tanrının Amerika olduğu iddiasına dayanarak). Fukuyama'nın liberal demokrasiyi dünyanın sonu olarak kabul ettiği teorisi de bunun tamamlayıcısı niteliğindedir ve Amerika'yı liberal demokrasinin bir sembolü, nihai küresel hükümetin bir örneği ve küresel köyü yöneten bir tanrı olarak sunar.
2001 yılında İkiz Kuleler'e iki uçak tarafından şüpheli bir şekilde saldırılmış ve söz konusu uçaklarla yapılan bu intihar saldırısı, ABD'nin 2001'de Afganistan'a ve 2003'te Irak'a yönelik saldırılarına bahane olmuş ve bu dönemde Amerikalılar zirveye ulaşmıştır. Elbette sonunda her iki cephede de yenilip geri çekildiler.
Amerikalıların Orta Doğu dedikleri bölgede yan planı, çeşitli unsurlarla Batı Asya ve Kuzey Afrika'daki mevcut denklemleri ve dengeleri alt üst etmekti ve her zaman buna ilişkin planları olacak. Onların desteğiyle IŞİD, Irak hükümetine karşı aşırılık yanlısı bir grup olarak kuruldu. Husilere karşı yıllarca savaşacak bir koalisyon kurdular. Bir birlik kurarak Suriye'yi yıkmak için saldırdılar. Öte yandan İran, tüm bu yıllarda bölge halklarının yanında sahneye çıkmış ve Suriye hükümetinin muhalifleriyle karşı karşıya gelmiştir. Irak'ta IŞİD'e karşı, Yemen'de Husi’lerin düşmanlarına karşı mücadele etmiştir. İran ve bölge halklarının birkaç yıllık mücadelesi ve kapsamlı ve nefes kesen operasyonlardan sonra birçok zafer elde edildi. IŞİD, İran ve Iraklı büyük komutanların komutasındaki Kudüs güçleri ve Haşdi Şabi tarafından kesin bir yenilgiye uğratılmıştır. Şehit Hacı Kasım Süleymani ve şehit Ebu Mehdi el-Mühendisi, Ebu Bekir el- Bağdadi'nin sahte halife olarak bu bölgede egemen olmasına engel olmuştur. Yemen'de İran'ın yardım ve desteğiyle Husiler ülkenin büyük bir bölümünü ele geçirmiştir.
Ama en zor iş Suriye'de yapıldı. Rusya'nın yardımıyla Türkiye'nin yayılmacılığını durdurabildiler. Türk hükümeti son yıllarda çeşitli başarısızlıklar nedeniyle taktik ve yöntemlerini sürekli olarak değiştirmiştir. Türkiye, Suriye'ye yönelik işgalinin başlangıcında Müslüman Kardeşler ve Katar'a yakınlaştı ve onların yardımıyla Suriye hükümetini devirmeye çalıştı, ancak başarısız oldu.
Davos toplantısında Siyonist rejime karşı bir konuşma yapan Türk hükümetinin yetkilileri, bu rejimi "çocuk katili" olarak niteledi, ancak belirledikleri hedeflerin hiçbirinde başarılı olamadıkları için bu kez yöntem değiştirdiler ve Siyonist rejim başkanının ziyaretine kırmızı halı serdiler. İç siyasette de iktidarda kalabilmek ve son seçimleri kazanabilmek için prosedür değiştirdiler. Bunun bir örneği de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Devlet Bahçeli liderliğindeki Pan-Türkist olan Milliyetçi Hareket Partisi'ne yaklaşmasıdır.
Öte yandan Rusya, ‘NATO ve Batılı liderlerin Putin'e verdikleri güçlü sözlerin aksine, her gün NATO'yu Doğu Avrupa'ya doğru genişletmeye çalıştıkları ve büyük ölçüde de başarılı oldukları’ iddiasını gerekçe göstererek Ukrayna’ya saldırdı ta ki Ukrayna'nın NATO üyeliğine ilişkin ön adımlar atılıncaya kadar. Bu durum Rusları ciddi şekilde endişelendirdi ve bu gelişmeler üzerine Amerikalılara ve Batı'ya, bunu yapmaları halinde Ukrayna'nın Rusya tarafından işgal edileceğine dair güçlü bir uyarıda bulundular. Ruslar Ukrayna'ya saldırma konusunda kesinlikle ciddiydi.
Daha önce yazdığım başka bir yazıda, Batılılar akıllıca hareket etmek istiyorlarsa, doğru olanın Ruslara, ‘Ukrayna'nın NATO'ya katılımını incelediklerine’ dair bir mesaj göndermeleri olduğunu söylemiştim. Ancak ne yazık ki Amerikalıların aldatmacalarının ve ayartmalarının etkisi altındaki Avrupalılar, Rusya’nın tehdidini ciddiye almadılar. Askeri ve paramiliter gruplar ise bu sırada Ukrayna'nın Luhansk ve Donetsk gibi Rus bölgelerini ele geçirmiş ve ondan önce de Kırım'ı geri almak için harekete geçmişlerdi.
Ama mesele şu ki bazı Amerikalılar, Avrupalılar pahasına Ruslara karşı ayaklandı ve bugün, Avrupalıların ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal durumu, dünyadaki gelişmiş herhangi bir bölgeye nispeten daha kötü. Son olarak Macron gibi çekingen ülkelerin sesleri Amerika'ya karşı yükseldi ve kesinlikle, Avrupa ülkelerinin geri kalanı uzun bir süre Amerika'nın ipi ile kuyuya inmeyecek. Tahminimce Rusya, Ukrayna'daki savaşta daha fazla kayıp verse de galip gelecek.
Şimdi, Ukrayna savaşının ortasında, kendisini Rusya'ya yakın olarak tanıtan Türkiye'nin politikalarında başka bir tarzda değişikliğe tanık oluyoruz. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin İsveç'in NATO üyeliğini kabul ettiği haberlerde yer aldı. Azak Taburu da Ukrayna'ya teslim edildi.
Bu pozisyon değişikliğine paralel olarak, son aylarda İran'ın karşı çıktığı Türkiye ile Azerbaycan Cumhuriyeti'nin birbirine bağlanması konusu gündeme geldi. Projenin muhalifleri, mesele sadece Azerbaycan Cumhuriyeti ile Nahçıvan arasındaki ilişkiler için bir kolaylık sağlamak ise bunun Ermenistan topraklarında geniş bir alanı işgal etmeye gerek kalmadan gerçekleştirilebileceğini belirtiyor. Gaz boru hattı, elektrik aktarımı, transit güzergahı gibi tüm bu tesisler ve diğer her türlü tesis, Ermenistan'ın toprak egemenliğine zarar vermeden kolayca yapılabilir ve ülkeler arasında yaygın da bir durumdur.
Pek çok gözlemci, Azerbaycan Cumhuriyeti hükümeti ve Türkiye hükümetinin taraflar arasında gerilimi artıran bu projede neden bu kadar ısrarcı olduğunu merak ediyordu. Gerçek yavaş yavaş ortaya çıktı. Uzmanların vardığı sonuca göre, Nahçıvan'ı Azerbaycan Cumhuriyeti'ne bağlayan bu geniş bağlantıların asıl amaçlarından birincisi, Ermenistan'ı ikiye bölmek, ikincisi; İran'ın Hehamenişiler ve Partlar’a kadar dayanan bir tarihi ilişkisi olan Ermenistan ile bağını kesmek, üçüncüsü ise İran'ın İran dışındaki ülkelerle olan iletişimini sınırlandırmak. Ve bundan sonra on beş ülkeyle komşu olmak yerine on dört ülkeyle komşu olacağız ve İran İslam Cumhuriyeti'nin Kuzey Kafkasya, Rusya ve Avrupa kıtasıyla serbest iletişimi zarar görecek. Bölgede herhangi bir sınır değişikliği uzun süreli gerilimlere neden olacaktır. Sınırlarda yabancı ülkelerin varlığı da oldukça endişe verici.
İran, Çin ve Rusya Asya'da istikrarlı güçlü bir üçgen oluşturdu. Kuşkusuz artık bugün, Amerikalılar ve diğer batı ülkeleri kendi boşa çıkan emellerinin aksine, hedeflerine ulaşan, uluslararası gelişmelerde etkili olan ve daha da önemlisi Batı Asya bölgesinde birinci güç haline gelen İran’ı görmezden gelemezler. Bugün Rusya ile Amerika arasındaki ilişkiler stratejik olarak değişti ve en azından baba Bush'un donanma töreninde söylediğinin aksine, dünya gelecekte çok kutuplu hale gelecek.
Öte yandan İstanbul-Sincan bağlantı yolu konusunun, Pan-Türkizm denen hayali bir dünyanın oluşumunun göstergesinden daha fazlası olduğuna inanıyoruz. Türkiye'nin NATO ile ilişkilerinin kapsamı dikkate alındığında bu proje Kuzeyden İran'ı, güneyden Rusya'yı kuşatacak bir şeridin oluşmasına yol açacak ve NATO'nun bölgedeki etkisini genişletecektir. Nahçıvan'a giden yolu açmak, ticaret ve işbirliğini geliştirmek yerine, NATO'nun ve bu çatışmaya dahil olan bazı üyelerinin İran'ın kuzeyinde ve Rusya'nın güneyindeki bölgelerdeki varlığını güçlendirecek ve onlara bu bölgelerde sınırsız hareket hakkı sunacaktır.
Ne yazık ki, Ukrayna'daki çatışmanın ciddi sorunları ve komplikasyonları, Kafkasya bölgesinin bir ölçüde ihmal edilmesine ve Rusya, İran, Türkiye, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyeti tarafından kabul edilen üç artı üç formülünün ihmal edilmesine neden oldu. Şimdi Güney Kafkasya, Avrupa Birliği, Fransa, Amerika ve Siyonist rejimin yasadışı ve yozlaştırıcı varlığının müdahale yeri haline geldi ve bu eğilim devam ederse, bu çok hassas bölge tüm bölgenin güvenliğini tehdit eden bir unsur haline gelecektir.
Rus dostlarımız gösterecekleri en ufak bir ihmalde, Kafkasya bölgesinin, farklı ülkeler ve taraflar tarafından Rusya ve İran İslam Cumhuriyeti'nin çıkarlarını ihlal edecek bir saldırı ve rekabet alanına dönüştürüleceğini bilmeli ve buna dikkat etmelidir. Ukrayna'da ciddi sonuçlar almakta başarısız olan Amerikalılar ve ajanları ihmal edilirse, bu durum Güney Kafkasya'da gerilim yaratan faktörleri şiddetlendirecek ve tüm bölgenin güvenliğini istikrarsızlaştıracaktır.
Bugün enerji temini sorunuyla karşı karşıya olan Batılıların, bu bölge ve çevresinde bulunan tesis ve kaynaklara göz dikeceklerine, açgözlülük yapacaklarına ve ona ulaşmak için hiçbir tecavüz ve sömürüden çekinmeyeceklerine şüphe yoktur. Neyse ki, Rusya'nın uyanık liderleri, ülkelerinden petrol ve gaz alımını yasaklayanların, Hazar ve Kafkasya'nın enerji kaynaklarına ulaşmanın peşinde olduğunun ve hepimizin bu bölgenin bekçisi olmamız gerektiğinin farkında. Ayrıca Amerika, Avrupa ve Siyonist rejim gibi İran ve Rusya’nın düşmanlarının bu hassas bölgedeki yoğun nüfuz ve varlığı, bölgedeki diğer ulusların gelecekteki çıkarlarını tehlikeye atacaktır.
Bu alandaki sorunlar ve komplikasyonlar hakkında herhangi bir ihmal ve dalgınlık, sadece Güney Kafkasya'ya değil, Kuzey Kafkasya'ya ve en önemlisi İran ve Rusya'nın kırmızı çizgisi olması gereken Hazar Denizi ve çevre ülkelere de nüfuz etmelerine neden olacaktır. Hazar Denizi sadece çevresindeki ülkelerindir ve bu kritik konumdaki denize kimsenin ayak basmasına izin verilmeyecektir.
Son günlerde Rusya ile Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri arasında üzücü bir ortak bildiri yayımlanması konusunda Rus dostlarımıza basiretsiz davranışlardan kaçınmaları mesajını gönderiyoruz. İran'ın Ebu Musa, Büyük Tunb ve Küçük Tunb adaları konusu uluslararası kurallara göre apaçık ortadadır ve birkaç tarihsel delil de bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.
1-Nasıreddin Şah döneminde, Mirza Ali Asgar Han’ın yönetimindeki İran hükümetinin isteği üzerine, İngiliz Savunma Bakanlığı İran hükümetinin talebine resmi yanıt olarak bölgenin haritasını ülkemize göndermişti. O haritada Büyük Tunb, Küçük Tunb ve Ebu Musa Adaları İran'ın bir parçası olarak çizilmiştir. Bu, İran'ın bu adalar üzerindeki egemenliğinin güçlü bir kanıtıdır.
2- O dönemde Mirza Ali Asgar Han, İngiltere'nin Ebu Musa Adası'nda bayrağını çekmesinin ardından İngiliz bayrağının indirilmesini ve yeniden İran bayrağının dikilmesini emretti.
3- 1971'de Pehlevi, Bahreyn'de İran'ın haklarını çiğneyip büyük bir ihanet edince söz konusu adalar İngilizler aracılığı ile İran'a iade edildi. Burada İngiltere Dışişleri Bakanı David Owen kilit bir rol oynadı.
4- İran İslam Devrimi ardından BAE bu haksız tavrını ortaya koymak için her fırsatı kullanıyor. Şimdi Rusya gibi bazı dostlarımız Çin'in kısa bir süre önce düştüğü çukura düştüler. Yani böyle boş bir iddiayı teyit ederek gelecekte BAE ile iyi ekonomik ilişkilere sahip olacaklarını düşünüyorlar. Görünüşe göre Rusya'nın bu eylemi zaman zaman Ruslarda şahit olduğumuz türden bir basiretsizlik. Özellikle bölgede Rusya ile bu ülkeler arasında derin bir yakınlığın olmadığı şu günlerde.
Bölgede NATO üyesi olan ve siyasi ilkeleri, konumları NATO’nun eliyle yazılan ülkeler; NATO ile ilişkilerinin gücünü düşünerek bu ittifakın destekçisi ve Amerika’nın dayanağı oldular. Gelecek süreçte, halihazırda Asya'daki en büyük üçlü güç grubu olan Rusya, İran ve Çin’in arasını bozmak isteyenler ve bu üçlü arasında anlaşmazlıklar ve sürtüşmeler yaratmak isteyenler olacaktır. Tabii ki, bu konu, bu ülkelerin liderlerinin stratejik uyanıklığıyla hallolacaktır/tesnim
Yeni yorum ekle