Kasım Süleymani İlk Kez Hizbullah-İsrail Savaşı’nı Anlattı - 1. ve 2. Bölüm

Cu, 04/10/2019 - 14:10

Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Süleymani, İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei’nin eserlerini yayma ve koruma ofisi enformasyon merkeziyle yaptığı söyleşide, 33 günlük savaşın duyulmamış yönlerini anlattı. 

Welayet News - Sandalye oturur oturmaz yirmi yıldır basın açıklaması yapmadığını söyledi; kaba bir hesaplamayla, Kudüs Gücü Komutanlığıyla görevlendirildiğinden beri basın açıklaması yapmamış oluyor. 

Ama bu kez Hac Kasım bizim ricamıza olumlu yanıt verdi. Nedeni de söyleşinin konusuydu;  33 günlük savaş. Hac Rıdvan’dan (İmad Muğniye) söz açılınca ses tonu giderek değişti, göz yaşlarına boğuldu; üzür diledi ve başka bir randevu yapalım, bugün devam edemem dedi. Ülkemizde “serdar/ komutan” ve “emir” sözcüğü bugün örf haline gelmiştir ancak Şehit İmad Muğniye gerçekten kelimenin tam anlamıyla bir komutandı, dedi. Her ne kadar söylenmeyenleri söyleme zamanı henüz gelmemiş diye endişeliydik fakat 33 günlük savaş sona erene kadar Lübnan’da kalmış bir komutanın somut gözlemlerini anlatması, bu iki saatlik söyleşiyi oldukça cazip ve okunmaya değer kılmıştır. 

33 günlük savaşın arka planını ve etkenlerini inceleyerek bahsimizi başlatmak istiyoruz. Bu savaşın çıktığı dönemde, Amerika’nın bölgeye askeri müdahalesi ve Afganistan’la Irak’a yönelik işgal girişiminin üzerinden yaklaşık beş yıl geçiyordu. Amerika Irak’ta da bir takım başarısızlıklarla cebelleşiyordu ve bu nedenle, Amerika’nın yeni Ortadoğu projesinin icrası ve tahakkuku çeşitli sorunlarla karşıkarşıya gelmişti.  Ancak birden bire oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan’ın oyun zemini olarak seçildiğini ve 33 günlük savaşın patlak verdiğini gördük. Neden bu olay yaşandı? 

Tümgeneral Süleymani: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hz. Hüseyn’in (a.s) yas günleri dolaysıyla sizlere baş sağlığı diliyorum. 33 günlük savaşın bir takım gizli etkenleri vardı, bunlar aslında savaşın gerçek etkenleriydi ve bir takım açık etkenleri vardı ki o gizli amaçların bahanesini oluşturuyorlardı. Elbette Siyonist rejimin hazırlıklarına ilişkin elimizde bir takım bilgiler vardı ama düşmanın sürpriz bir şekilde bir saldırı başlatmak istediğine dair bir bilgimiz yoktu. Savaşın başlamasından sonra iki noktadan hareketle şu sonuca ulaştık; Hızlı ve beklemedik bir savaş yapılacaktı ve bu sürprizde Hizbullah imha edilecekti. Ancak savaş, birinin bütün bölgeyi ve diğerinin Siyonist rejimi ilgilendirdiği iki önemli gelişmenin söz konusu olduğu şartlarda yaşandı. Bölgeyi ilgilendiren gelişme şuydu: Amerika 11 Eylül olayına binaen, bölgemizdeki silahlı kuvvetlerinin varlığı konusunda olağan üstü bir ilerleme kaydetmişti; nerdeyse  bunun benzer örneği, nicelik boyutuyla sadece ikinci dünya savaşında vardı ve nitelik boyutuyla o savaşta bile yoktu. 

Saddam’ın Kuveyt saldırısı ve akebinde Amerikan saldırısı ve Saddam’ın yenilgisinin ardından bölgemizde bir silah tortusu oluştu ve bu, Amerikan güçlerinin konuşlanmasıyla sonuçlandı. Ancak 11 Eylül’den bu yana, Amerika’nın (Afganistan ve Irak’a yönelik) iki ağır saldırısı nedeniyle bu ülkenin hizmetinde olan silahlı güçlerin nerdeyse yüzde 40’a yakını bölgemize girdiler ve bu süreç daha sonra dönem boyunca yapılan değişiklikler nedeniyle hatta Ulusal Muhafızlar ve yedek güçlerin de gelmesine kadar gitti. Diğer bir deyişle, ülke içindeki güçlerinden  ülke dışındaki  güçlerine kadar ABD ordusunun yüzde 60’ından fazlası bölgemize girdiler.

Dolaysıyla nicel boyutta oldukça hacimli bir varlık göstermesi yaşandı. Sadece Irak’ta 150 bine aşkın asker vardı ve 30 binden fazla Amerikan askeri Afganistan’daydı. Ayrıca, müttefiklerinin Afganistan’da yaklaşık 15 bin askeri vardı. Böylece, bölgemizde eğitimli ve uzmanlaşmış 200 bin kişilik bir askeri güç Filistin’in yer aldığı bu çoğrafyada bulunuyordu. 
Bu askeri gücün varlığı doğal olarak Siyonist rejim için bir takım fırsatlar sunuyordu; yani Amerika’nın Irak’taki varlığı Suriyelilerin Suriye’de harekete geçmesine engel oluyordu, Suriye devletine karşı da bir tehdit sayılıyordu, İran’a karşı da bir tehdit hesap ediliyordu. Dolaysıyla 2006 savaşı (33 günlük savaş) sırasındaki Irak çoğrafyasına bakarsanız, Amerika’nın direniş ülkesiyle direnişin ana ülkesini birbirine bağlayan halka konumundaki ülke olan Irak’ta yüzlerce uçak ve helikopterle, artı binlerce zırhlı araçla birlikte yaklaşık 200 bin kişilik silhalı kuvvetlerinden bir tampon oluşturduğunu görürsünüz. 

Doğal olarak Amerika’nın bu askeri varlığı, Siyonist rejime bu konudan yararlanma ve bir girişimde bulunma fırsatını veriyordu; şöyle ki, bu hegemonya, İran’ın sindirilmesinde, Suriye’nin sindirilip durdurulmasında etkiliydi ve o yüzden bu iki devletin bir girişimde bulunmaması gerekirdi. Siyonist rejim bu algıya dayanarak, özellikle (o dönemde) Amerika’da  iş başında bulunan yönetime –yani hızlı karar alan keskin mizaclı Bosh yönetimi ve hakeza Siyonist rejimle birlikte hareket eden Beyaz Saray’daki hakim ekibe – güvenerek böyle bir savaşı başlatmak için fırsatı uygun görüyordu. 

O yüzden bu savaşın çıkmasının temel nedeni, Siyonist rejimin ABD’nin bölgedeki askeri gücünü kullanmasıda, Saddam’ın devrilmesi, Amerika’nın Afganistan’daki ilk başarısı ve Amerika’nın bölgede icat ettiği ağır korku ortamından faydalanmasında saklıdır; öyle ki Amerika kendi politikalarına muhalif olan bölge ve dünyadaki siyasi grupların geniş hacimli bir kesimini terörist grupların bir parçası saymıştı. Siyonist rejim bu durumdan yararlanmak istiyordu ve yıldırım hızında bir savaş için en uygun fırsatı bulduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında bir hezimeti yaşamıştı, Lübnan’dan geri çekilmişti daha doğrusu kaçmıştı ve Hizbullah’a mağlup olmuştu. Yeniden Lübnan’a dönmek istiyordu ama işgal ederek değil, belki Lübnan’ın güneyindeki demografiyi değiştirip yok ederek.

Elbette daha sonra, savaş sırasında ve takriben savaşın başlamasıyla birlikte asıl niyetlerinin Lübnan’da demografiyi tamamen değiştirmek olduğu ortaya çıktı; yani Lübnan’ın güneyinde bulunan ve Hizbullah’la dini bir bağı olan güçler veya halk göç ettirilip Lübnan’dan sürgün edileceklerdi. Siyonist rejim, 1967’den sonra Lübnan’ın güneyinde Filistinlilerle ilgili icra edilen planın aynısını Lübnan’ın güneyindeki Şiiler hakkında hayata geçirmek istiyordu; Filistinlileri Lübnan’ın güneyinden çıkarma zorunda bırakarak Lübnan, Suriye ve diğer Arap ülkelerinde çeşitli kamplara dağıttıkları ve Yaser Arafat’ın dahi faaliyet merkezini Lübnan’dan Fas’a taşımasıyla ve daha doğrusu Siyonist rejimin Filistin komuta merkezini Lübnan’dan sürmesiyle sonuçlanan planın tıpa tıp aynısı düşünülmüştü. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri hakkında da söz konusuydu. Bu nedenle, konuyu tamamlamak için savaş öncesi şartları izah ederek savaş sırasındaki şartlara geliyorum. 

Amerikalılarla İsraillilerin iki önemli ifadesi vardır. Bush savaşın başladığı esnada çok ucuz ve seviyesiz sözler safetti ve bu sözler kendisinin seviyesinde ve ona yakışır sözler olduğu için onlara değinmeyeceğim. Fakat daha edepli açıklamayı Rice yaptı. Lübnan’ın güneyinde katliamlar, çığlıklar doruğa çıkmıştı, teknolojinin verdiği sahoşluğun zirvesini gösteren bombardumanlar yaşandı, öyle ki istedikleri yeri teknolojiyi kullanarak vurup imha ediyorlardı, Kana katliamını kendisinde hazmedip silen katliamlar oluyordu, işte bunların yaşandığı sırada Rice o açıklamayı yaptı. O, enkazların altındaki günahsız insanların, mazlum kadın ve çocukların yükselen çığlıkları ve feryadlarına ilişkin çirkin bir benzetmede bulunarak, “Yaşananlar, yeni Ortadoğu’nun doğum sancılardır” demişti. Büyük bir hadisenin doğuş sancıları. Dolasıyla bu ifadeler işin içinde büyük bir dizaynın varlığını gösteriyordu. 

Siyonist rejimi ilgilendiren mesele de şuydu: Bu rejim Filistin’de bir takım gemilerle birlikte büyük kamp kurmayı öngörmüştü; Lübnan halkından alabildikleri kadar alıp öncelikle Filistin’de 30 bin kişilik düzeyinde öngörülmüş bir kampa taşıyacaklardı ve daha sonra bu kampta kişileri eleyerek sıradan olanları başka ülkelere göndereceklerdi ve kendilerine göre suçlu olan ya da Hizbullah’la örgütsel bağı bulunanları da tutuklayacaklardı. Göç işi için gemileri de hazırlamışlardı.

Onun için, yaş kuru demeden yakan diğer bütün savaşların aksine, bu aşamadaki savaş teknik bir dikkatle yapıldı; yani bir taifeyi hedef aldılar; ilkin Hizbullah’ı hedef almaya çalıştılar ama sonra güneyde demografik değişimi tamamen uygulayabilmeleri için hedefi genişlettiler ve Lübnan’ın güneyindeki bütün Şiileri hedefe koyuldular. Daha sonra böyle bir işe niyetlendiklerini kendileri itiraf ettiler. Önce Olmert, sonra savunma bakanı ve daha sonra rejimin genelkurmay başkanı, ‘biz bu savaşı beklenmedik ve sürpriz bir şekilde yapmak istiyorduk, eğer o sürpriz olmuş olsaydı Hizbullah kadrolarının önemli bir kısmı bir hava saldırısında imha olacaktı ve birinci aşamada Hizbullah örgütünün yüzde 30’dan fazlası ciddi darbe alacaktı’ demişlerdi. Sonraki aşamalarda tamamen imha etmenin peşindeydiler. 

Dolaysıyla, bu planlanmış savaş geçmişteki bütün savaşlardan farklıydı ve izlediği strateji Hizbullah gibi bir örgütle savaşma stratejisi değildi, belki izlenen o strateji ve hedefi Lübnan’da bir taifenin kökünü kazıp onu Lübnan’dan başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle, düşmanın zaferi kendisine, “her zaman için Hizbullah’tan kurtulma” sonucunu vermeliydi ve Hizbullah’tan kurtulmanın şartı, sadece güneyde değil, belki Beka’ ve Lübnan’ın kuzeyi gibi ülkenin önemli bölgelerinde yaşayan Lübnan halkının önemli bir kesiminden kurtulmaktı. 

Çok ciddi olarak üzerinde durulması gereken diğer bir nokta, Arap ülkelerinin böyle bir savaşta İsrail’i destekleme yönündeki eğilimleri ve Hizbullah’ın veya Şiilerin Lübnan’ın güneyinden silinmesi karşısında razı olmalarıdır. Siyonist rejim en üst perden, yani bu rejimin o zamanki  başbakanı Olmert’in ağzından bu meseleyi açıkladı ve Olmert, Arap ülkelerinin ilk defa İsrail’i Arap bir örgüte karşı savaşta desteklediklerini söyledi. Elbette onun Arap ülkelerden kastı, bütün Arap ülkeleri değildi, belki kastı daha çok Fars Körfezi’ndeki Arap ülkelere ve en başta Al-i Suud rejimine yönelikti; tabi Mısır’ı da kapsıyordu ancak o dönemde bazı istisnaları ileri sürebiliyorduk. 

Irak hakimiyetten yoksundu ve o günün Irak hakimi, Amerikalı bir askerdi. O yüzden Irak’ın hakimiyeti Amerikalıların elindeydi. Suriye devleti ise merhum Hafız Esad’ın ölümü nedeniyle yeni işe başlamış genç bir devletti. Herhalü karda, ilk defa Arap bir örgüte karşı Arap ülkelerin çoğu bu savaşta İsrail’e destek verdiler. Bu, Olmert’in açıkladığı önemli bir gerçekti. 

Buna göre, 33 günlük savaşın gizli hedeflerinde üç maksadı göz önünde buldurmalıyız: Birincisi, Amerika’nın Irak’taki hakimiyeti ve bölgedeki geniş kapsamlı varlığı sonucunda icat etmiş olduğu korku ve sindirmenin (Siyonist rejime) sunduğu fırsat. İkincisi, Arap üklerinin Hizbullah’ın kökünün kazılması ve Lübnan’ın güneyinde demografinin değişmesi için Siyonist rejimle gizli işbirliğinin ilam edilmesi ve buna hazır olmaları. Üçüncüsü, Siyonist rejimin Hizbullah’tan her zaman için kurtulma doğrultusunda bu fırsatı kullanarak izlediği hedefler. 
 
Bu savaşın gizli nedenlerini izah ettiniz, peki bu savaşın açık nedenleri ve başlaması gerekçesi nelerdi? 

Tümgeneral Süleymani: Mesele şuydu; Hizbullah Lübnanlı esir ve tutsak gençleri Siyonist rejimin pençesinden özgürleştireceğini Lübnan halkına taahhüt etmişti. Hizbullah’tan başka bu sözü yerine getirecek bir güç yoktu. Seyyid (Hasan Nasrullah) bir açıklamasında, Lübnanlı esirleri Siyonist rejimin elinden kurtarma konusunda kesinlikle geçmişte olduğu gibi davranacak diye söz vermişti. Lübnanlı esirler, ister Dürzi ister Müslüman veya Hıristiyan olsunlar Hizbullah dışında umutlarını bağlayacak ve sığınacakları kimse yoktu, hala da yoktur; yani her olayda bu vahşi yönetim karşısında Lübnan milletinin kendini savunması için sığındığı temel dayanak Hizbullah’tır. 

O günde de evvela, Hizbullah’tan başka bir dayanak yoktu ve saniyen, Hizbullah’ın da bir girişimde bulunarak o girişim üzerinden bir takas yapma dışında hiçbir çaresi yoktu. Nitekim Siyonist rejim asla diplomasi dilini anlamaz. Bütün çevreyle konuştuğu dil, zorbalık dilidir ve güçten başka bir dilden pek alamaz, umurunda bile olmaz ve zaten Araplara karşı tavrı da böyledir.

Bu yüzden, kendi sözünü yerine getirmesi için veya Lübnan halkının beklentisine olumlu bir yanıt verebilmesi için Hizbullah’ın bundan başka çaresi yoktu, mümkün olan tek yol buydu ve başka da bir yol yoktu. Önceki esir takaslarında İsrail, kimisi daha gençecik yaşta olan ve uzun bir süre zindanda kalmış ve orta yaşlara gelmiş bulunan esirleri serbest bırakmaya yanışmamıştı. Hizbullah onları özgürleştirme sözünü vermişti ama yapılan o ilk takasta bu amaç gerçekleşmedi veya İsrail bu esirleri serbest bırakmayı kabul etmedi. O nedenle, Hizbullah Lübnan halkına olan vaadesini gerçekleştirmek için operasyonel bir girişimde bulundu ta ki bu operasyon neticesinde o takası yapabilsin  ve daha sonra başarılı da oldu. 

Bu temelde özel bir operasyon gerçekleşti. Operasyon komutanı Şehit İmad Muğniye idi. Ona ner tür bir isim vereceğimi bilmiyorum; bugün yaygın hale gelmiş şu sözcükle, yani “komutan” sözcüğüyle mi yad edeyim? Bugün ülkemizde “komutan” ve “emir” kelimeleri örfileşmiş kelimelerdir ama Şehit İmad Muğniye bu kelimeyi aşan biriydi; gerçekten o, hakiki anlamda bir komutandı; savaş meydanında Malik Eşter’le son derece benzer özelliklere sahip olduğunu diyebileceğim bir komutandı. Malik Eşter şehit olurken İmam Ali’nin (a.s) yaşadığı halin aynısı onun şahadeti sırasında direnişin yaşadığını gördüm.  

Malik Eşter şehit olurken İmam Ali’yi (a.s) olağan üstü bir hüzün sarmış ve minberin üzerinde ağlayarak şöyle buyurmuştu: “Malik adam gibi adamdı, eğer dağ olsaydı erişilmez yüksek bir dağ olurdu ve eğer kaya olsaydı sert ve sarsılmaz bir kaya olurdu. (Ey Malik) Vallahi senin ölümün bir dünyayı viran ve bir dünyayı şad eder. Ağlayanlar Malik gibi bir adama ağlasın. Acaba Malik gibi bir dost bulunur mu? Onun gibi kimse var mı? Kadınlar onun gibi olacak birini doğurur mu?”. 

Emire’l-Mü’minin Ali (a.s)’ın “Malik’in yanımdaki konumu, benim Resulullah (sallahu aleyhi ve alihi)’nin nezdindeki konumun gibidir” cümlesi çok önemli bir cümleydi. Şehit İmad hususunda da böyle bir hal söz konusuydu; yani arzettiğim gibi İmad’ın direniş bağlamında böyle bir vasfı vardı. Eğer tedavüldeki mevcüt örflerimizi ve kalıplarımızın dışında onun hakkında bir ifade kullanacak olsam, İmam Ali’nin (a.s) Malik hakkında buyurduğu “Kadınlar doğurmalı ta Malik gibi birisi (belki) dünyaya gelir” ifadesine benzer bir ifade kullanırım.  İmad’ın böyle bir kişiliği vardı. 

Bu operasyon tek bir operasyon değil, birbirindan ayrı dört özel operasyondu; birincisi, bu operasyonun planlanmasıydı; ikincisi, saldırının yeri ve zamanıydı; üçüncüsü, Siyonist rejimin oldukça geniş, yüksek ve yoğun olan dikenli tel örgülerini yararak operasyon mahalline ulaşmaktı; zira operasyon sadece vurup imha etmek değildi, diğer tarafa geçip esirleri getirmek gerekiyordu. Ve dördüncüsü de harekatın çok hızlı olması gerekirdi; çeyrek veya yarım saat içinde değil, dakikalar ve saniyeler içinde bitirilmeliydi. Süratli bir şekilde, düşman ulaşmadan önce esirlerin güvenli bir noktaya götürülmesi gerekiyordu. Genellikle düşmanın kara çatışmasında operasyon noktasından olan mesafesi birkaç dakikadır, hava çatışmasında çok daha hızlıdır ve düşman süratle ulaşır. O yüzden operasyon öncesinde bu husus dikkatle incelemeye tabi kılındı. İmad Muğniye’nin özelliklerinden biri, ince detaylara dikkat kesilmesiydi. Bu nedenle, genellikle operasyonu kendisi yönetirdi, hem planlamayı hem de uygulamayı uhdesine almıştı ve İmad başarılı da oldu. 

Savaş bu bahaneyle başladı ve Hizbullah’ın mevzilerine yoğun bir saldırı oldu. Hizbullah’ın ilk saatlerde ve ilk günlerdeki tepkisi ne şekildeydi? Özellikle İsrail’in Hizbullah’ın esirleri alması bu babar saldırının gerekçesi olarak açıklamasıyla birlikte oluşan psikolojik baskıyı da dikkate alarak?

Tümgeneral Süleymani: İki noktaya değinmek istiyorum; Hizbullah sürekli İsrail’le uzlaşılaya gelmez bir düşmanlık içindedir, yani Hizbullah açısından, itikadi ve siyasi akıl olarak da İsrail’le uzlaşı mümkün değildir ve düşman açısından da Hizbullah’ın kabulü olan bir mesele mümkün değildir. O yüzden bu düşmanlık daimi bir düşmanlıktır; bu nedenle Hizbullah kendini savunmak için sürekli bir hazırlık içindeydi. Bu birinci nokta. 

Hizbullah zihni boş değildi, günleri hazırsızlık içinde geçirmiyordu; hazırdı ve hazır olmasının bu operasyonla bir ilgisi yoktu. Tabi bu operasyon, başka boyutlarda hazır ve uyanık olmayı pekiştirdi fakat askeri güçler ve teçhizatlar ve imkanlar konusundaki hazırlık önceden vardı. Şu anda da böyledir; yani Hizbullah sürekli yüzde yüzlük bir hazırlık ve tayakküz halinde bulunuyor. Hizbullah’ın hazırlığı, diğer hazırlıklar gibi değildir ki; mesela onlarda önce sarı hazırlık açıklanır, sonra kırmızı hazırlık; ya da mesela önce yüzde otuz, sonra yüzde yetmiş ve nihayet yüzde yüz hazırlık; Hizbullah’ın ki böyle değil, o sürekli yüzde yüz hazır olma halindedir. O gün de yüzde yüz hazırdı, bugün de yüzde yüz hazırdır; fakat bu hazırlığın niteliği, imkanlar nedeniyle her dönemde farklıdır.

Hizbullah her yapmak istediği girişimde ondan önce güvenlik önlemlerini alır ve sonra adımını atar. Dolaysıyla, o önemli ve kader belirleyici değiş tokuş için Siyonist rejimin bu iki askerini esir alma operasyonunu yapma kararını aldığında öncelikle bir hazırlık yaptı. Bu hazırlığın iki yönü vardı; karşılık vermek ve zayiatları azatlmak için hazırlıklı olmak. Siyonist rejim, 33 günlük savaşın özellikle ilk saatlerinde ve ilk günlerinde operasyon düzenlendiği dönem boyunca, önceden kendi veritabanında hazır bulundurduğu hedefleri vurdu. Rejim önceden hazırlamış olduğu o veritabanını hava kuvvetlerine verdi ve hava gücü, Hizbullah’a ait yerlerin ayrıntılı bilgilerini içeren o veritabanına göre harekete geçti. Ancak hem insan gücü hem de imkanlar bazında  almış olduğu önlemler sayesinde Hizbullah asgari hasar gördü veya denilebilir ki ilk anlarda hiçbir kaybı olmadı. 

Düşman on gün sonra, “hedeflerimin rezervi bitti” diye duyurdu. Bu, Hizbullah’a ait mevcut hedeflerin tümünü imha etmesi anlamına geliyordu; fakat daha sonra ortaya çıktı ki, Hizbullah’ın operasyonunlarını başlatmadan önce, düşmanın tepkisini öngörme eylemi ve insiyatifleri nedeniyle, İsrail’in yapmış olduğu her şey düşündüklerinin aksineydi. 

İkinci nokta şu; savaşı öngörme konusunda ve tepkilerin geçmişine bakıldığında, bu olaylar genel olarak hiçbir zaman topyekün bir savaşa yol açmazdı, genellikle bir günlük bir tepki olurdu ve Siyonist rejim bazı bölge veya noktaları belirli bir şiddetle hedef alırdı ve sonra dururdu. Ama daha ilk lahzalarda bu savaş, tastamam icraya konulması için planlanmıştı, yani gizlice hayata geçirmek istedikleri o kapsamlı planı bir kerede icraya koydular. Elbette biz şimdi “o gizli plan” diyoruz, yoksa savaşın başlamasından iki hafta sonra itikadi olarak –istihbarati olarak değil – bu noktaya varmıştık; takriben savaşın sonlarıydı istihbarati olarak şuna vardık ki düşmanın önceden hazırladığı bir planı varmış ve onu tamamen beklenmedik bir şekilde uygulamak istiyormuş. Bunun büyük bir bölümünü, düşmanın kendi açıklamaları nedeniyle anlamıştık. Dolaysıyla savaş hızlı bir şekilde topyekün bir savaşa dönüştü ve büyük bir barut ve patlayıcı madde deposunun bir kıvılcımla aniden patlarcasına alevlendi. Birden bire o plan harfiyen icraya konuldu sanki ve 33 günlük savaş olarak adlandırılan bu büyük patlama meydana geldi.

Savaş çıktığı sırada nerdeydiniz? 

Tümgeneral Süleymani: Ben savaşın yaşandığı ilk günde Lübnan’a geri döndüm; çünkü ondan bir gün önce oradaydım. Doğrusu, önce Suriye’ye geldim. Fakat Lübnan’a giden bütün yollar saldırı altındaydı, özellikle Lübnan ve Suriye’nin sınır güzergahı olan tek resmi giriş yolu sürekli uçakların bombardumanı altındaydı ve savaş uçakları bir an dahi orayı terketmiyorlardı. Dostlarımızla itibata geçtik ve İmad arkama geldi ve bir kısmını yürüyerek ve diğer kısmını arabayla katettiğimiz başka bir yoldan beni Suriye’den Lübnan’a götürdü. O zaman savaşın ana kapsamı Hizbullah’ın idari binaları, güneydeki bölgelerin çoğu ve bazen de kuzey ile orta merkezlerdeki kimi noktalar üzerinde hala yoğunlaşmış bulunuyordu. 

Yaklaşık olarak birinci hafta geçince benim başkente dönerek savaş hakkında bilgi vermem için Tahran tarafından ısrar ediliyordu. Ben de tali bir yoldan geri döndüm. O sıralarda İslam İnkılabı Rehberi Meşhet’te idiler. Yasama, yürütme ve yargı başkanları ve Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi ve genellikle güvenlik ve istihbarat bölümlerinden sorumlu üst düzey yetkililerin toplantısı için huzuruna gittim. Meşhet toplantısında savaşa ilişkin bir rapor sundum. Sunduğum rapor acı verici bir rapordu, yani gözlemlerim zafere dair ufukta bir belirti göstermiyordu. Savaş, bütünüyle farklı, teknik ve dakik bir savaştı. Hedefler profesyonelce seçiliyordu. Oniki katlık binalar bir bombayla yerle bir oluyorlardı. 

Bir köyün diğer bir köyle mesafesinin az olduğu ve köylerin birbirine bitiştiği kırsal alanlarda hedefi tutturmak topçu birlikler için zor bir iştir; fakat savaşın hedefi Hizbullah’la sınırlı kalmayarak bütün Şiileri kapsayacak şekilde genişlediği bir zamanda, Şiilerin yaşadığı bir köyün durumuyla Hıristiyan veya Sünni kardeşlerimizin yaşadığı diğer bir köyün durumu tümüyle farklıydı. Yani bir tarafta bir kişi güven içinde oturup nargilesini içerken diğer tarafa binlerce mermi yağıyordu. Ben bunları o toplantıda anlattım. 

Namaz vakti gelmişti. İmam Hamanei vuzu almaya gitti. Ben de vuzu almaya gittim. Hazreti İmam vuzu almışlardı ve kolları hala sıvalı haldeydi ve geri dönüyor ki bana eliyle işaret ederek, “gel” dedi. Ben de gittim ve bana, “Sunduğun raporla ilgili bana söylemek istediğin bir şey mi var?” diye sorunca, ben de “Hayır, sadece gerçeği izah etmek istiyordum” dedim. Hazreti İmam, “Bunu anladım. Söylemek istediğin başka bir şey yok muydu?” diyince, ben de “hayır, yok” dedim ve sonra namaz kılıp toplantıya geri döndük. Benim raporum bitmişti. İmam Hamanei konuşmaya başladı ve birkaç konuya değindi, mesela, “Filan kimsenin savaşla ilgili söyledikleri aynen öyledir; bu savaş oldukça zor ve şiddetli bir savaştır ama bu savaşın Hendek Savaşı’na benzediğini düşünüyorum” dediler ve Ahzap Savaşı veya diğer adıyla Henedek Savaş’ıyla ilgili ayetleri okuyarak Müslümanların ve Peygamber’in (s.a.a) sahabesinin yaşadığı hali ve saflarına hakim olan durumu beyam ettiler ve sonra şöyle dedi: “Ama bu savaşın zaferinin Hendek Savaşı’nın zaferi gibi olacağını düşünüyorum”. Benim içim titredi, çünkü askeri açıdan böyle bir düşüncede değildim, diğer bir deyişle, kendi içimde keşke bu savaşın zaferle sonuçlanacağını demeseydiler diye temenni ediyordum. Ahzap Savaşı, Peygamber’in büyük zaferiydi. 
Konuşmasının devamında, çok önemli iki noktaya değindiler; birinci noktayla ilgili şöyle dedi: “Düşünceme göre, İsrail bu planı önceden hazırlamıştır ve tamamen sürpriz bir şekilde bu planı icraya koyarak, böylece Hizbullah’ı yok etmek istiyordu. Hizbullah’ın bu iki askeri esir alma eylemi, o gafil avlama planını bozdu”. Güzel, ama bu bilgiler bende yoktu, Seyyid’te de (Nasrullah) İmad’ta da yoktu. Bu bilgilere hiçbirimiz sahip değildik. Benim her zaman inandığım ve dostlarıma da söylediğim şudur: İmam Hamanei’nin huzurunda geçirdiğim şu yirmi yıllık süre içinde, hikmete dönüşüp kalp, akıl ve dilden akan takvanın netice ve semeresini İmam Hamanei’de kamil surette görmüşümdür, o nedenle, şimdi neye kuşkuyla baksalar onun arkasından bir şüphenin çıkacağından emin oluyorum veya neye yakin etseler ondan bir maksadın hasıl olacağına kesin gözle bakıyorum. İmam bu noktayı söylediklerinde benim için oldukça umutlandırıcı olmuştu; çünkü bu söz, Seyyid için büyük bir destek olacaktı ve içini ferahlatacaktı. 

Hele özellikle de savaşın sonlarında şehitlerin sayısı artmış, yıkım ve hasarın hacmi de büyümüştü. Seyyid bazı ifadeleri dile getiriyordu ki beni etkiliyordu ve onları dile getirmek istemiyorum. Baktım, İmam’ın bu açıklaması Seyyid için oldukça iyi bir açıklamadır; zira biri çıkıp onu suçlayarak, “Hizbullah neden iki esiri almak için bütün Şiileri tehlikeye attı?” diyebilirdi mesela. Ancak Hizbullah’ın iki esiri almasıyla, değil sadece kendisini, belki Lübnan milletini tümden bir yok oluştan kurtarması meselesi, oldukça umut verici ve önemliydi. 

Manevi yönü olan üçüncü bir noktayla ilgili ise, “Onlara söyleyin, Cevşen-i Sağir duasını okusunlar” dediler. Cevşen-i Kebir duası Şiiler arasında maruf bir duadır ve Cevşen-i Sağir duası halkın geneli –havas hariç – arasında pek bilinmez. Sonra İmam, “Dört kere Kulhuvallah süresini oku” ya da “Hamd süresini oku, sorun biter” diyen bazı kimseler gibi biz de, Cevşen-i Sağir şimdi nedir konusunda başka şekilde düşünmeyelim diye de bir açıklama getirdi ve şöyle dedi: “Cevşen-i Sağir duası, oldukça sıkıntılı bir durumda olan,  Allah’la konuşmak isteyen; dara düşmüş bir insanın halini ifade eder”. 

Ben o gece Tahran’a geldim ve tekrar Suriye’ye döndüm. Kendimde çok iyi bir duygu hissediyordum, çünkü Seyyid için belki de diğer her imkandan daha değerli olan bir mesajı taşıyordum. Yine İmad arkama geldi ve aynı yoldan dönüp Seyyid’in yanına gittim ve mevzuyu kendisine aktardım. Belki de hiçbir şey bu sözler kadar Seyyid’in ruhiyesinde etkili değildi. Evvella, kendisinin bir özelliği var ki hiçbirimiz bu dereceye ulaşmış değiliz. Velayetin ne olduğunu bilmek istiyorsak onun huzuruna gidip öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum. Onun İslam İnkılabı Rehberi’nin beyanatına olan inancı, ciddi bir inançtır ve onları ilahi ve gaybi beyanlar olarak görür. O yüzden İslam İnkılabı Rehberi tarafından gelen her açıklamaya, her kelimeye ciddi bir önem verir ve olağan üstü bir dikkat ve duyarlılık gösterir. 

Ben Seyyid’e izah ettim ve o da çok mutlu oldu. Daha sonra, “Bu savaşın neticesi, Hendek Savaşı’nın zaferi gibi olacaktır; zorlukları çok olsa da büyük zafer hasıl olacaktır” şeklinde ifade edilen birinci mevzu, İslam İnkılabı Rehberi’nin dilinden tüm mücahitler arasında hızlıca yayıldı; cephenin ön saflarında çatışanlardan ta diğer saflardaki bireylere kadar. Saniyen, “Düşman önceden bir saldırı planı hazırlamıştır” analizi, Seyyid’in kamuoyunu ikna etme ve dikkatleri düşmanın amacına çekme operasyonu için ana temel oldu. Üçüncü mevzu olarak da Cevşen-i Sağir duası yaygın hale geldi; zira bu dua oldukça değerli olan irfani, manevi ve ibadi kavramları kendisinde barındırıyor ve Mefatih’in en iyi dualarından sayıldığı söylenebilir. 

Bu duanın intişarı genişlik kazandı ve el-Menar televiyonu düzenli olarak, güzel ve hüzünlü bir seslendirmeyle yayımladı, hatta Hıristiyanlar arasında da bu dua okunuyordu, çünkü ilahi bir duadır, irfani bir duadır ve bir taifeye ait değildir. Başka bir deyişle bu dua, kulluk bilinci olan, ilahi kudrete ve Yüce Allah’a iman eden herkesi etkiler. Bu mesaj çok etkiliydi ve başka bir hareketliliğin başlangıcı oldu ve denilebilir ki Hizbullah’ın gövdesine taze bir kan pompaladı, böylece daha umutlu ve daha büyük bir özgüvenle düşmanla çatışmaya girdi.          

   
İkinci bölüm
Devamı gelecek...

Çev: Mehmet Gönül - Welayet News
    



Yeni yorum ekle