Tahmilî İslam’ın Tehlikeleri

Çar, 14/08/2019 - 22:29

Dindar ıslahatçıların büyük bir kesimi dindarlığımıza hakim şartların Peygamber’in (s.a) döneminin şartlarına benzer olmasını arzu ederler ve buna seleficilik diyorlar; yani bütün toplumun İslam’ı can-ı gönülden kabul edip İslami öğretilere bağlı olması.

Welayet News - Seleficilik kendi başına gayr-i sahih bir hedef değildir ama Resûl-i Ekrem’in (s.a) asrına yeniden dönüşün nasıl olacağıyla ilgili iki farklı yorum bulunuyor: Birincisi, İslam’ı zorla, icbarla topluma dayatalım derken diğeri tebliğ etmek, bilgilendirmek, tevcih/gerekçelendirmek  ve akıl yürütmekle toplumu İslam’ın ögretileriyle aşina kılalım ki bu aşinalık seçim ve bağlılık temelini toplum için hazırlasın, der.

Birinci tarzı savunanların, şiddet aracıyla ilerlemekten başka çareleri yoktur, zira bir düşüncenin ya da amelin dayatılması zor kullanmadan, icbar etmeden gerçekleşmesi mümkün değildir. Hiç kimse, zora ve icbara tevessül etmeden, bir dinin usûl ve furûunun hakkaniyetine inanmayan bir kimseye o dini kabul ettiremez, ona teslim olmasını sağlayamaz. Ancak böyle bir durumda, mecbur kalan kişi kalbinde inanmadığı bir şeyi dile getirir ve muhtemelen doğru bilmediği bir davraşını bile sergiler.

Şimdi bu soruyu sormanın yeridir: Bu iki yöntemden hangisi İslam’ın öğretileriyle uyumludur? Şüphesiz İslam’ın öğretileriyle bağdaşan, dayatma yöntemi değil, tebliğ yöntemidir; zira:

1- Kuran’ı Kerim’de müteaddit ayetler, Allah Resulü’nün (s.a) işinin sadece mesajı iblağ etmek olduğunu (Maide: 99; Nur: 54; Ankebut: 18; vb.) ve halkın amel ve davranışından, onlar üzerinde müsaytır/zorlayıcı olmaktan sorumlu olmadığını beyan etmiştir.

2- İslam dininin esası hidayettir; yani halka yol göstermektir, baskı altına almak değil ve hidayet ancak tebliğ ve bilgilendirmeyle, izah ve tevcihle mümkün olur.

3- Müslümanın imanı aklî tevcih üzerine kuruludur, temeli aklî tevcihtir ve tevcih dayatmaya gelmez, zorlamayı kaldırmaz. Tevcih burada, bir önermenin doğruluğunu gösteren kanıtların ve karinelerin beyan edilmesi demektir. Hıristiyanlık gibi bazı dinlerde iman gayr-i aklanidir, rasyonel değildir; insan, hakkaniyetine dair bir kanıt ve karine olmadan bir şeyi kabul etmelidir, o şeye iman etmelidir.

Ama aklani bir din olarak İslam, imanı tevcihle kabul eder. Nitekim bir takım mülahazalar yüzünden Müslüman olmuş olan bazı kimselere, ‘İman ettik demeyin, Müslüman olduk deyin! İman henüz düşünce sahanıza girmemiştir’ diye buyurmuştur (Hucurat: 14).

Böyle bir iman asla zorlamayla, icbarla oluşmaz. Böyle bir imanı icat edecek tek şey, tevcihtir. Nitekim Kuran’ı Kerim, dinde ikrahın olmadığını açıkladıktan sonra, hakkın batıldan ve doğrunun eğriden teşhisinin mümkün olduğunu, yani imanınız rahatlıkla müvecceh/gerekçeli kılınabilinir diyerek, dinde neden ikrahın olmadığını da beyan etmiştir (Bakara: 256).

Şu halde öne çıkan başka bir soru da şudur: Bu iki yöntemden hangisi faydalı, hangisi zararlıdır? Kuşkusuz, bir kimse eğer İslam’ı bilinçli olarak, kendi iradesiyle kabul ederse kendisi veya toplum için bir sorun çıkarmayacaktır. O, dinin usülüne iman etmiş ve levazimine boyun eğmiş bir müslümandır. Ama, eğer bir kimse icbar ve dayatmayla kendini müslüman gösterirse çeşitli açılardan kendisi ve toplum için zararlı olacaktır:

1) Nifakın tervici

Böyle bir kimse ruhen kendisini başkalarının iradesiyle hareket eden ve başkaların hatırı için iman ettiğini izhar eden zayıf bir karakterin sahibi olarak bulacaktır. Böyle bir kişi gerçekte, gösterişçi ve şaklaban bir yaratık olacaktır. Bu ahlak onun ailesini de etkileyecektir, onları iradesiz, dalkavuk, açgözlü ve zayıf karaterli fertler haline getirecektir.

Halk da böyle bireylere saygıyla bakmıyor. Bir şahsın işi için çarşaf giymesine bazıların itiraz etmesi de böyle bir bakışın göstergesidir. Herkes çarşafın matlup olduğunu, sakal bırakmanın, yüzük takmanın iyi olduğunu biliyor ama dünyevi mal ve makama ulaşmanın bir aracı olarak kullanılması için değil. Şüphesiz, kutsallara araçsal bakmak insanın kişiliğini eksiltir.

Kuran’ı Kerim de münafıkı kafirden daha tehlikeli addetmiştir. Kuşkusuz böyle bir bakışın bir takım sebepleri vardır; münafıklarla İslam ehli arasında hiçbir fasıla bulunmuyor ve bir arada yaşıyorlar; münafıklar hakkı ve hakikati alaya aldıklarını sanıyorlar; onlar beşinci kolun rolünü oynayarak her fırsatta Müslümanlara hançer vuruyorlar vs...

Şirkle ilgili olarak, şirkin gizli ve açık olmak üzere iki kısma ayrıldığını, keza açık şirkin teşhisi kolay olduğu halde gizli şirkin teşhisinin oldukça zor olduğunu söylemişlerdir. Nifak konusunda da açık nifakların teşhisi kolaydır, tehlikleri de daha azdır. Ama gizli nifakın teşhisi son dere zordur. Öyle ki, hatta münafakın kendisi de nifakını doğru teşhis edemeyebilir.

Toplumumuzun şu anda gördüğü her zarar ve ziyanı, bu nifak türünden görüyor. Bu tür nifak, hem nicelik olarak daha fazladır hem de nitelik olarak daha çeşitli ve daha karmaşıktır. İslam toplumunda yaşayan ve Müslüman olarak sayılanların pek çoğu amelde Müslüman değiller, İslam’a bağlı değiller. Bu kimseler kendilerine yol açana kadar İslam’a tabiler ama yolları açıldı mı artık mal, mevki ve bencillikten başka bir kıbleleri yoktur.

Toplumun ekonomik ızdırapları, ahlaki ve kültürel problemleri, idari düzensizlikleri, araştırma ve eğitimdeki eksiklikleri, geri kalmışlıkları, toplumun büyük bir kesiminin yaşam sorunları ve diğer binlerce sorun bu gizli nifakın işlevinden kaynaklanıyor. Yolsuzluk, rant, rüşvet, enflasyon, işsizlik, fuhuş, kaçakçılık, uyuşturucu bağımlılığı, faiz, israf, lükse düşkünlük, güç ve servet gösterişi, hepsi ve tamamı bu gizli nifakın sonuçlarıdır. Gizli nifak ne ilme ve bilime bağlıdır ne de Allah’a ve Peygamber’e tutkundur. Bu münafıklar bilim ve dinden sadece bir isimle, bir unvanla yetinmiş ve pratikte kendi hava ve heveslerinden başka kimsenin kulu değiller.

2) Şiddetin tervici

Şüphesiz, her din ve düşünce kendi çalışmasını tebliğ veya şiddeti esas alarak ilerletebilir. Allah Teala Kuran’da baştan başa hidayet, tebliğ, uyarma ve bilgilendirmeye vurgu yaptığına göre, İslam dini şiddetin ürünü olamaz. Fakat dinin taraftarı ve dinin gelişip yaygınlaşmasına ilgi duyanlar olarak bizler eğer bu işteki yetkilerimizin sınırlarını doğru tanımlamazsak şiddete bulaşırız. Şu iki durumdan birini yetkilerimizin hududu olarak göz önünde tutabiliriz: Hidayet ya da ikrah ve icbar! 

Eğer Kuran’ı doğru bir şekilde anlamış olursak, Kuran sadece hidayet yöntemiyle İslam’ın terviç edilmesine cevaz vermiştir ama halkı zorlamaktan, İslam’ı onlara cebren dayatmaktan sakındırmıştır. Şii kelamında “lütuf kaidesi” adıyla bilinen bir kaide vardır. Bu kaide gereğince Allah’ın kulla ilişkisi “lütuf” çerçevesinde ortaya çıkar. Yani Allah Teala’nın insanla ilgili attığı her adımı, insanı iyiliklere yakınlaştırıp kötülüklerden uzaklaştırcak ama aynı zamanda asla onu mecbur etmeyecek biçimde olmalıdır. Diğer bir deyişle, insanın işleri onun bilinç ve iradesi düzeyinde olmalıdır, yoksa Allah’ın insanı bir işi yapmaya mecbur etmesi değil. Bu nedenle Allah Teala sadece insanın hidayetiyle uğraşır ve hidayet ise yol göstermek, haberdar kılmak ve bilinçlendirmek demektir.

İlahi sistemde insanın özgür ve bilinçli olmasının itibarı, Allah ile insan ilişkisinin temelini oluşturur. Hidayet insanın bilinç sahasıyla ilgilidir. Peygamber ve evliya-i dinin aydınlatma ve uyarma dışında başka bir görevi yoktur. “Zikir”, “müzekkir”, “beşir” ve “nezir” Kuran’da tekrarlanan unvanlardandır ve hepsi insanın bilinç sahasıyla ilgilidir. Bu kavramların hiçbirinde icbara, ikraha ve sultaya yer yoktur.

Dolaysıyla insanın özgürlüğü hatta Allah ve Peygamber için de kırmızı çizgidir! Yani Allah, Peyganber (s.a), İmam (a) ve başka her yetkili öyle bir iş yaplılar ki halk kendisi İslam’ı seçsin, kendisi dinin düsturlarıyla amel etsin. Yani onların işleri sadece halkı teşvik etmek, doğru yolun seçimine yakınlaştırmaktır. Ama bu teşvik ve yakınlaştırma asla insanın özgürlüğüne zarar verecek kadar ileri bir boyuta ulaşmamalıdır. Buna göre, halkı ister istermez İslam’a teslim kılmakla, İslam’ın düsturlarını her vesileyle halka dayatmakla kendilerini mükellef görenler, bilerek ya da bilmeyerek şiddete baş vurma, insanın değer ve itibarını ayak altına alma, halkın can ve malına değer vermeme, halkın mallarını rahatça gaspetme, çok rahat bir şekilde camileri patlatma ve tahrip etme emrini verme ve hiçbir günahı olmayan kadın ve çocukların kanını dökmeye mebur kalırlar ve bütün bunları da halkın İslami yönetime boyun eğmesi ve toplumda İslam’ın uygulanmasını istiyoruz diyerek, bu uğurda kullanmaları kaçınılmaz olur.

Maalesef böyle bir yorumu günümüzün bazı Müslümanlarında görüyoruz ve sonuçlarını da DAEŞ, Nusra gibi grupların pratiğinde müşahade etmekteyiz. Bunlar İslam’a yardım edip İslam düşmanlarına darbe vurmak istiyorlar ama bu bahaneyle günahsız halkı katlediyorlar, ister Hıristiyan Batı’da olsun ister Müslüman Doğu’da! İngiltere’de ya da Afganistan’da olsun kendileri için fark etmiyor.

Son olarak şu noktayı hatırlatayım: Hidayet yöntemini izlemek büyük fadakarlık ister ve kolay değildir ama dayatmacı yöntem gurur verici ve kolaydır. Dolasıyla İslam’ı ve İslami değerleri terviç etmek ve yaymak için zora, icbara baş vuranlar hakikatte tenperverlik ve bencillikle maluldürler. Zira, başkalarını hidayet etmek isteyen kimse enaniyetten uzak durmaya çalışmalı, halkın hihayet bulması için akılla, matıkla onların kalbine nüfuz etmelidir. Hidayet etmek, insanda yeterli şuur, gerekli bilinç, büyük bir sabır ve yeteri kadar direngenlik gerektirirken icbar ve dayatma bunların hiç birine gerek duymaz. Bencil, otoriter, fikri kıt ve görüşü dar olan her insan başkalarını müslümanlaştırmak bahanesiyle şiddete, teaddi ve tecavüze yeltenebilir. Ve toplumun özellikle kültürel yetkilileri için son derece ince olan bu noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor.  

Seyid Yahya Yesribi  

Çev: Mehmet Gönül   

Welayet News 

 

 

             

 

 

 

        

       

    

      

 

          

 

                

                 

Tags: 


Yeni yorum ekle