Direnişin yapısal sürekliliğinin kökleri
İranlı akademisyenler Filistin meselesinin bölgesel istikrar üzerindeki etkisini değerlendiriyor, İbrahim Anlaşması'na karşı direniş söylemini analiz ediyor ve Hizbullah'ın 8 Ekim sonrası istikrarını destekleyen siyasi ve askeri faktörleri inceliyor.
Welayet News - Tahran merkezli medya kuruluşu Meşrik’in bildirdiğine göre, Allame Tabatabai Üniversitesi öğretim üyeleri Celal Dehgani Firuzabadi ile Ali Rıza Kuhken, Burhan düşünce kuruluşunun ev sahipliğinde düzenlenen 'Nasrullah Sonrası Dünya Düzeni' konferansında Hizbullah eski Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın şehadetinin ardından potansiyel küresel, bölgesel ve Direniş Ekseni dönüşümlerini ele aldı.
Dış politikada ontolojik güvenlik üzerine çalışan Celal Dehgani Firuzabadi, ‘’Hizbullah'ın bir gerilla örgütünden Lübnan içinde kapsamlı bir siyasi, sosyal ve askeri varlığa dönüşmesinde önemli bir rol oynayan; siyasi zekâ, etkin yönetim, kişisel karizma ve askeri liderlik gibi nadir niteliklere sahip istisnai bir kişilik’’ olarak nitelediği Şehit Seyyid’in vefatının Lübnan İslami Direnişi – Hizbullah ve Direniş Ekseni için ‘’önemli bir darbe olduğunu ancak bunun Hizbullah'ın ve Direniş Ekseni’nin sonu olduğu anlamına gelmediğini’’ belirtti.
Firuzabadi, ‘’Şehit Seyyid’in, Hizbullah'ın askeri kaynaklarla donatılmasına önemli katkılarda bulunduğuna ve Hizbullah'ı etkili bir ordu haline getirdiğine’’ dikkat çekerek şunu vurguladı:
‘’Hizbullah'ın taşıdığı önem ve Nasrullah'ın mirası göz önünde bulundurulduğunda, İran'ın Hizbullah'ı yeniden canlandırmaya ve yeniden örgütlemeye odaklanması elzemdir; bu odaklanış da İran'ın doğrudan yönetimini veya yönlendirmesini içerebilir.’’
Herhangi bir ‘’yeniden örgütlenme/yapılanma sürecinin ortaya çıkaracağı eksiklik’’ senaryosuna karşı, başta Yemen'deki Ensarullah ve Irak'taki direniş grupları olmak üzere, ‘’çeşitli hareketlerin güçlendirilmesinin kısa vadede dikkate alınması gerektiğine’’ vurgu yapan Firuzabadi, ‘’Ensarullah'ın güçlendirilmesiyle, tarihsel olarak Hizbullah'ın Eksen’de üstlendiği rolün bir kısmının Yemen'deki Ensarullah'a aktarılabileceğine inanıyorum.’’ diyor.
Şehit Seyyid’in ‘’yeri doldurulamaz’’ bir şahsiyet olduğunun altını çizen akademisyen, ‘’Muhammed Hüseyin Beheşti şehit olduğunda ‘İran Beheştilerle doludur’ sloganı atmıştık ve kırk yıl geçmesine rağmen Beheşti gibi bir kişi bile bulamadık’’ diyerek Kasım Süleymani, Hasan Nasrullah gibi karakterlerin ‘’yerini doldurmanın o kadar kolay olmadığını’’ ve bu işin ‘’belki yıllar alacağını’’ dile getiriyor ve ekliyor:
‘’Abbas Musevi'nin şehadetinin ardından da benzer endişeler vardı: Hizbullah aynı kalacak mıydı? Nihayetinde daha da güçlü ve yetenekli bir şekilde ortaya çıktı. Umudumuzu korumalıyız ancak bu istisnai şahsiyetlerin yerlerinin kolay kolay doldurulamayacağı da aşikâr. Yine de şehitlerin mirasını devam ettirecek ve Hizbullah'ın konumunu yükseltecek yeni liderlerin ortaya çıkması mümkündür.’’
Meşrik, ‘’Nasrullah'ın kaybının sadece Direniş Ekseni’ni ve İran İslam Cumhuriyeti'nin müttefik ülke ve güçlerini değil, aynı zamanda bölgenin ve hatta dünyanın güvenlik çerçevelerini ve düzenlemelerini de etkileyeceğini’’ öne çıkarıyor.
‘Eksen için bir kriz yönetimi mekanizması gerekli’
‘’Şehit Nasrullah ve diğer Hizbullah liderlerinin şehadeti iki aydan kısa bir süre önce gerçekleştiğinden, güçler bu kişiler tarafından oluşturulan strateji ve prosedürlere göre hareket etmeye devam etmektedir.’’ diyen Firuzabadi, ‘’Hizbullah’ın liderlik ve komuta altyapısının şehadetinin henüz savaş alanında gözle görülür bir etki yaratmadığının ancak yerlerinin doldurulamamasının veya hazırlık tedbirlerinin eksikliğinin eninde sonunda pratik anlamda kendini gösterebileceği’’ uyarısında bulundu.
Firuzabadi, ‘’Kuşkusuz İsrailliler Hizbullah komutanlarının ortadan kaldırılmasının hem Hizbullah'ın hem de Hamas'ın tamamen yok edilmesine yol açacağına inanıyordu. Liderlerin şehadetinin operasyonel anlamda bir değişikliğe neden olmadığı Hizbullah’ın, operasyonlarına devam etmesi ABD-İsrail beklentilerinin temelsiz olduğunu gösterdi.’’ diyor.
Devlet dışı askeri güçlerin yeniden yapılandırılması ve yeniden düzenlenmesinin, ‘’şahıs merkezli bir yaklaşımdan kolektif bir yönetişim modeline geçilerek örgütlenmesi’’ gerekliliğinin altını çizen akademisyen, ‘’kümeleri ve ağları içeren bir askeri-politik çerçeve oluşturmanın’’ önemine dikkat çekti.
Askeri-politik çerçeveye ilişkin olarak Firuzabadi, ‘’Bir savaşın çözümü genellikle barış görüşmeleri ve uzlaşmalar gibi siyasi süreçlerle gerçekleşir ve Şehit Seyyid gibi bir figürün etkisi bu süreçlerde önemlidir. Dolayısıyla Lübnan'da ulusal meşruiyete sahip birleştirici bir figürün müzakereleri kolaylaştırması ve ülkenin gelecekteki siyasi manzarasında Hizbullah'ın siyasi konumunu koruması elzemdir.’’ diyor.
Firuzabadi, ‘’hem zorlu bir siyasi lider hem de askeri bir stratejist’’ olarak hatırlattığı Şehit Seyyid’in sahip olduğu gibi Hizbullah’ın da ikili bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu vurguluyor:
‘’Bana göre Hizbullah'ın siyasi ve diplomatik boyutlarının geliştirilmesi hayati önem taşımaktadır. Hizbullah şu anda hem askeri hem de siyasi-diplomatik stratejileri kapsayan ikili bir yaklaşıma ihtiyaç duymaktadır.
Geçici askeri başarıları kalıcı siyasi kazanımlara dönüştürmeye odaklanan İsrail’e karşı Hizbullah, gelecek stratejilerinde askeri hareketliliğin artırılmasına öncelik vermelidir.
İleri teknolojilerin entegrasyonu ve başta yapay zeka olmak üzere sofistike teknolojilere karşı caydırıcılık mekanizmalarının geliştirilmesi de kritik hususlardır. Ayrıca, hem İran ve Hizbullah hem de diğer direniş grupları için bir kriz yönetimi çerçevesi gereklidir.’’
İranlı akademisyen Hizbullah'ın siyasi konumunu müzakere edebilmek ve sürdürebilmek için gerekli olanları öne sürdükten sonra Nasrullah'ın şehadetinin küresel ve bölgesel düzene etkisi konusunda birkaç farklı noktaya değindi.
Amerikalıların bölgedeki planı neydi?
Firuzabadi, Amerikalılara göre ''Amerika'nın 2003 yılında Irak'a saldırmasının bölgede Amerikan hegemonyasının kurulmasının başlangıcı'' olduğunu ''çünkü Soğuk Savaş'tan kalan ve çözülemeyen tek bölgesel krizin Ortadoğu krizi ve Ortadoğu'daki çatışma yönetimi ve düzeni'' olduğunu açıklıyor:
‘’Kriz ise devam ediyor. Bu da Rusya, Çin ve ABD'nin Ortadoğu'da büyük bir oyuna girdiği anlamına geliyor zira bu bölge stratejik bir değere sahip.’’
‘’İran'daki gelişmelerin bölgesel düzen üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olup, ABD'yi Asya-Pasifik bölgesinde Çin'i çevrelemeye odaklanmak adına askeri varlığını ve stratejik kabiliyetlerini yeniden değerlendirmeye sevk ettiğini’’ belirten Firuzabadi, ‘’bu değişimin kısmen Orta Doğu'daki müdahalelerinin getirdiği mali yüklere atfedilse de genel stratejinin uzun vadede Çin ile rekabet etmeyi amaçladığını’’ vurguluyor ve şöyle söylüyor:
‘’ABD, Aksa Tufanı Operasyonu’na kadar Ortadoğu'da bu bölgeyi uzaktan kontrol edebilecekleri bir düzen kurmaya çalıştı. Biz buna offshore balancing ya da remote balancing diyoruz. Dolayısıyla Batı Asya'da yaşanan gelişmeler dünya düzeni bulmacasının bir parçası. Yani Amerika ve Çin arasında dünya düzeni üzerinde yaşanan stratejik rekabet şeklinde tanımlanıyor.’’
Firuzabadi, ‘’ABD'nin Çin'in etkisini sınırlandırmasının zorunlu hale geldiğini, bu hedefe ulaşmak için bölgedeki taahhütlerini azalttığını, bu strateji doğrultusunda, Orta Doğu'da düzeni sağlama sorumluluğunun giderek İsrail rejimine ve Suudi Arabistan'a devredildiğini, dahası, Suudi Arabistan ve İran ile ilişkilerini geliştiren Nixon yönetimi dönemindeki yaklaşımı anımsatan yeni bir dostluk politikası başlattığını’’ anlatıyor:
‘’İbrahim Anlaşmaları bu dostluk politikasını yansıtacak şekilde tasarlanmıştı ve ABD ile bağları güçlendirmek için başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi amaçlıyordu: Suudi Arabistan'ın finansal ve ekonomik olarak, Siyonist rejimin de askeri üs olarak bölgesel güvenliği sağlamada bir şekilde Amerika'nın yerini alması.’’
Filistin meselesi çözülmeden düzen kurmak istiyorlardı
İbrahim Anlaşmaları'nın Orta Doğu’daki düzenin ‘’yeni ekseni’’ olmasının amaçlandığını belirten Firuzabadi, bunu ‘’Batı, Arap ve İbrani ekseninin takip ettiğini ancak 7 Ekim öncesinde, Amerika'nın Çin'e odaklandığını ve güçlerini oraya götürmek istediğini, dolayısıyla Ortadoğu'da doğrudan varlık gösterme ve stratejik gücünü Çin'e bırakma niyetinde olmadığını’’ açıklayarak şunu vurguluyor:
''Amerika'ya göre, bölgesel düzenin Filistin meselesinden ayrılması gerekiyordu. İsrail rejiminin kuruluşundan bu yana Filistin meselesi her zaman Ortadoğu'nun en önemli meselesi olmuştur ve siyasi olarak Filistin meselesini yönetmeden ve çözmeden Ortadoğu'da düzen ve güvenlik tesis edemeyeceğiniz yerleşik bir stratejidir. İbrahim Anlaşmaları’nın öncülü ve amacı bölgesel düzeni Filistin meselesinden tamamen ayırmaktı.’’
İranlı akademisyen, İbrahim Anlaşmaları’nın doğrultusunda ‘’Araplar ilişkilerini normalleştirir ve Siyonist rejim güvenliğini sağlayabilirse Filistin meselesi o kadar da önemli olmayacaktı’’ diyor ve bölgede ‘’Filistin meselesinin önemsizleşmesine ve silinmesine’’ neden olan kökleri araştırıyor.
Direniş söyleminin silikleşmesini direkt olarak Filistin meselesinin önemsizleşmesine bağlayan Firuzabadi bu noktada ‘’İran’ın dış ve bölgesel politikasında da kavramsal ve stratejik bir boşluk yaratılması amaçlandığını, İslam Cumhuriyeti’nin ideolojik ve İslami taahhütleri doğrultusunda bölgede varolduğunu, dolaylı olarak ve doğası gereği Filistin'i ve davasını desteklediğini, Filistin’siz bir kavrayışın İran’da bir kavramsal boşluğa neden olacağını’’ vurguluyor ve ekliyor:
‘’Araplar Filistin meselesini her zaman bir Arap-İsrail meselesi olarak görmüştür. Biz Filistin'in İslami ve insani bir mesele olduğu gerçeğinden hareketle oradayız ve Filistin meselesi önemsizleşirse sadece Direniş Ekseni ve Filistin anlamsızlaşmakla kalmayacak, aynı zamanda dış politikamızda kavramsal bir boşluk oluşacaktır.’’
İranlı akademisyen, Amerika’nın bölgedeki planlarından biri olarak ‘’İran’ın jeopolitik ve jeoekonomik olarak ortadan kaldırılmasını’’ sayıyor ve ‘’Amerikalıların bölgedeki ve uluslararası sistemdeki hedeflerinden biri de İran'ın uluslararası ilişkiler açısından jeopolitik olarak ortadan kaldırılmasıdır’’ diyor.
Tufan'ın ardından
Firuzabadi, ‘’Hem Aksa Tufanı Operasyonu’nun hem de Çetin ve Kuvvetleri Kulların Savaşı’nın kritik başarılarından biri olarak duran İbrahim Anlaşmaları etrafında kurulan Batı, İbrani ve Arap düzeninin parçalanmasıdır.’’ diye belirtiyor ve ekliyor:
‘’Ayrıca bu durum, Filistin meselesi ele alınmadan Orta Doğu'da istikrarlı bir düzene ulaşılabileceği düşüncesinin yanılgısını ortaya koymuştur. Sonuç olarak, Filistin davası Batı Asya bölgesinde öncelikli bir mesele olarak yeniden ortaya çıkmıştır.’’
Filistin ve Lübnan direnişleri ile ‘’rejimin sadece bir gün değil bir saat bile savunmasız olduğu ve ABD'nin doğrudan askeri müdahalelerinin hayatta kalması için yetersiz olduğu’’ ortaya çıktı.
‘’Amerikalılar, Siyonist rejimin yeni düzen kurucu olarak güvenilmez bir aktör olduğu sonucuna vardı’’ diyen Firuzabadi bu gelişmelerin kalıcı olacağının altını çiziyor ve şuna değiniyor:
‘’Bir diğer nokta ise bölgedeki dostluk ve düşmanlık modelinin değiştirilmesidir. Tüm görüş ayrılıklarına rağmen Suudi Arabistan'ın Siyonist rejimin İran'a yönelik saldırı ve saldırganlığını kınadığını görüyoruz. Bunlar önemli noktalar…Amerikalıların endişelerinin bir kısmı Arapların geçmişte olduğu gibi, Amerika'nın her dediğini dinlemeyecekleri ve en azından İran ile ilişkilerinin daha dengeli olduğu yönünde.’’
Bir diğer noktanın ise ''mevcut dünya düzeninin gayrimeşrulaştırılması ve merkezsizleştirilmesi'' olduğunu açıklayan akademisyen, mevcut düzen etkisiz olduğunu ve krizleri yönetme kabiliyetine sahip olmadığını gösterdiğini; ne Ukrayna'daki ne de Gazze ve Lübnan'daki krizleri yönetebildiğini'' belirterek, ''Bu dünya düzeninde önemli bir değişim ve dönüşümün yani post-Batı, post-Amerikan ve Avrasya merkezli bir düzenin oluşmasının başlangıcıdır ki doğal olarak hem Ukrayna'daki savaş hem Lübnan ve Gazze'deki savaş bunu kolaylaştırmakta ve hızlandırmaktadır.'' diyor.
Örgütlerin, kurumların, rejimlerin ve uluslararası kural ve yasaların kriz yönetimindeki ‘’yetersizliğinin ve acizliğinin ortaya çıkmasının’’ da Aksa Tufanı’nın bir başka sonucu olduğunu kaydeden akademisyen, ‘’Siyonist rejimin çevre savunma stratejisinin evrim geçirdiğini, daha önce Arap ülkelerini çevrelemeye odaklanan, rejimin şimdi İran'ı kuşatmaya yöneldiğini’’ ifade ediyor:
‘’Temel amaçları İran'ı çevreleme, kısıtlama ve kabiliyetlerini zayıflatma yönünde sıkı bir politika uygulamaktır ki bu da bizim yeterince hazırlıklı olmamız gereken bir durumdur. ‘’
Yeni bir düzenin ortaya çıkışına tanık olmak
Hizbullah'ın bölgedeki ‘’en önemli devlet dışı aktör olmaya devam ettiğini ve bölgedeki birçok ülkenin hem bölgesel hem de küresel sahnede tarihsel olarak oynadıkları rolleri yerine getiremediğini’’ savunan Firuzabadi, Hizbullah'ın önümüzdeki otuz yıl içinde daha da güçlü ve etkili olacak şekilde gelişmesini arzu ediyor.
Seyyid’in şehadetinin, Batılılarca umulduğu üzere, ‘’yakın vadede olumsuz etkilerinin olmasının’’ pek olası olmadığını, ‘’yeni bir düzenin ortaya çıkışına tanık olunabileceğini’’ ifade eden İranlı akademisyen konuşmasını şu sözlerle sonlandırıyor:
‘’Hizbullah'ın askeri kabiliyetlerini yeniden inşa etme gerekliliğinin yanı sıra, Hizbullah'ın diplomatik ve siyasi stratejilerini geliştirmeye ve güçlendirmeye odaklanmanın çok önemli olduğunu ve bu çabada İran'ın yardımının çok değerli olduğunu vurgulamak isterim.’’
Burhan düşünce kuruluşunun ev sahipliğinde düzenlenen 'Nasrullah Sonrası Dünya Düzeni' konferansında bir diğer konuşmacı olarak bulunan İran Dışişleri Bakanı Bilimsel Diplomasi Danışmanı Dr. Ali Rıza Kuhken, Lübnan’da yaşananların siyasi, insani ve duygusal açıdan ‘’çok büyük bir darbe olduğunu, İsraillilerin dikkatli bir planlamayla Hizbullah'ın ana karargahından neredeyse hiç kimseyi bırakmadıklarını’’ ifade ettikten sonra şunun altını çiziyor:
‘’Tutarlı ve düzenli bir yapıya sahip bir ülkede böyle bir darbe olsaydı, o ülke düşerdi. Eğer bir askeri güç, yani kurulu bir ordu, savaşın ortasında böyle bir darbe alsa, o ordu kesinlikle dağılırdı…İşte İsraillilerin de zannettiği buydu.
Ama onların hayal ettiğinin aksine Hizbullah'ın yapısı çökmedi. Neden çökmedi? Çünkü Hizbullah'ın yapısı onların anladığından farklıydı ve bu konu bölgesel düzeni de etkiledi.’’
Hizbullah’ın yapısı neden çökmüyor?
Kuhken, ‘’sınırlı ve mütevazı bir örgütü Batı Asya'nın en güçlü sivil toplum ve askeri gücüne dönüştüren Şehit Seyyid’in olağanüstü başarılarını, özellikle de uzlaşıdan yoksun Lübnan toplumu bağlamında gerçekten istisnai bir başarı olarak kabul etmenin önemli’’ olduğunu açıklıyor.
İranlı diplomat, Abbas Musevi’den sonra Şehit Seyyid’in göreve getirilmesinin sonuçlarına dikkat çekerek şunu söylüyor:
“Hatırlıyorum, bir zamanlar Suriye’de büyükelçi olan ve Hizbullah’ın siyasi kurucuları arasında yer alan merhum Şeyhulislam, Şehit Seyyid Hasan Nasrullah’ı, Şehit Seyyid Abbas Musevi’nin yerine geçmeye layık adam olarak anlatırdı.”
Tüm bunların ışığında Kuhken, İran'ın, Amerika’nın dengeleme fikrinde (bölgenin uzaktan kontrolü) ‘’dengeyi bozan bir güç’’ ortaya çıktığı sonucuna varıyor:
‘’Düzen bozucu olarak bilinen İran, caydırıcılığı etkileyen üç düzen bozucu araca sahip: Nükleer tartışma, konvansiyonel yetenek ve bölgesel yetenek.’’
Lübnan’daki hedefli suikastların sonuçlarının Amerika ve İsrail tarafından yanlış yorumlandığının üstüne basan her iki öğretim üyesi de Batılı güçlerin ‘’İran'ın caydırıcılığının önemli bir aracını - Hizbullah'ı - kaybettiğini düşündüklerini, bu noktada ise İran’ın Sadık Vaat operasyonel serisini’’ yeni bir caydırıcılık aracı olarak algılamaya başladıklarını en nihayetinde de, Direniş Ekseni’ni okuyamamaktan kaynaklı bir yanılgılar dolaşımına düştükleri konusunda uzlaşıyor.
Kuhken, ''İsrail kara harekatının başarısızlığı, Amerika ve İsrail’in müzakerelerdeki eylemsizliği, ‘direnişin şehadetlerden sonra bile geri çekilmemesi’’ ve özellikle ‘’Hizbullah’ın yapısının çökmezliği’’ konusunda şöyle söylüyor:
‘’Burada olan önemli şey, ki bence Siyonist rejimin bize tepkisi üzerinde bile muazzam bir etkisi oldu, tüm beklentilerin ve tüm hesaplamaların aksine Hizbullah'ın sadece çökmemesi değil, aynı zamanda geri çekilmemesiydi. İşte bu onların bakışında çok garip.
Parantez içinde şunu söylemek isterim ki bizim askeri planlamamız silah açısından bile çok iyi oldu ve tam da bu savaşa uygun silahlar geliştirdik ve kullandık.
Daha dün İsrailliler tarafından yazılan bir makaleyi okuyordum, diyorlar ki: ‘’Keşke Hizbullah'ın elinde sadece Rus füzeleri olsaydı, ki bu bizim için büyük bir tehdit sayılmazdı. Bizim sorunumuz İran füzeleri, onlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz; üstelik bizi en çok onlar vuruyor.’’
İran'ın bölgesel düzenin yeniden düzenlenmesine ilişkin perspektifi nedir?
İranlı diplomat Kuhken, Lübnan’daki savaş ve 7 Ekim’in ardından hibrit bir savaşa evrilen bölgesel direniş doğrultusunda, İran’ın amacının ‘’psikolojik savaşa karşı koymak ve bölgedeki varlığının devam ettiğini göstermek olduğunu’’, bunun nedeninin de hızla değişebilen siyasi ilişkiler olduğunu açıklıyor.
Kuhken, ‘’Daha önce sınırsız operasyonel özgürlüğe sahip olduğumuz durumlarda, uçaklarımızın geçişine aniden izin verilmedi. Öncelikle, bu olayların ana hedefinin İran olduğunu fark ettik.’’ diyor ve ekliyor:
‘’Derhal harekete geçtik ve daha kapsamlı olması beklenen bir askeri müdahale için hazırlık yaptık. Ayrıca, doğrudan bir mevcudiyet tesis etmenin gerekliliğinin farkına vardık ve sadece son zamanlarda değil en başından beri bazı eksiklikleri giderdik.
Temel işlevlerin devam edebilmesini sağladık. Bu bağlamda, Dışişleri Bakanı ve Meclis Başkanı'nın ziyaretleri, ne pahasına olursa olsun bölgede kalmaya devam etme kararlılığımızın altını çizmesi bakımından önemliydi.’’
Meşrik gazetesi, 'Nasrullah Sonrası Dünya Düzeni' konferansı sonlanırken bir dinleyicinin öğretim üyelerine, İran'ın nükleer doktrininin mevcut bağlamda değiştirilmesinin uygulanabilirliği ve böyle bir değişikliğin caydırıcılığı etkileyip etkilemeyeceği konusunda bir soru yönelttiğini aktarıyor.
Akademisyenler, ‘’İran'ın varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kalması halinde, bölgesel krizden bağımsız olarak nükleer ve savunma stratejilerini gözden geçirmesi için gerekçeler olabileceğini, İslam Cumhuriyeti’nin caydırıcılığının etkinliğini sağlamak için bu hususun geliştirilmesinin zorunlu olduğunu’’ açıkladı.
En son, Kuhken ‘’ Nükleer doktrinimizi değiştirmek bir tür psikolojik caydırıcılık yaratabilir; aksi takdirde sınırlı konvansiyonel çatışmaları etkili bir şekilde önleyemeyebilir. Fevri ve duygusal davranmaktan kaçınmak gerektiğinden, gizli caydırıcılık ve nükleer belirsizlikle birlikte bir eşik statüsünün sürdürülmesinin üstün bir caydırıcılık sağlayabileceği sonucuna varabiliriz. Önümüzdeki yıl, bu yolu izlememiz olasıdır ve ben şahsen, ilgili tüm maliyetlere katlanacaksak, bundan fayda da sağlayabileceğimize inanıyorum.’’ diyerek soruyu yanıtlıyor.
Geçtiğimiz ayın başında, İran Dış İlişkiler Stratejik Konseyi Başkanı Dr. Kemal Harrazi, İran'ın askeri yeteneklerinin ve algılanan “varoluşsal tehditlere” karşılık olarak nükleer politikasında değişiklik yapma potansiyelinin altını çizmiş, tartışmayı İran'ın jeopolitik duruşu ve ulusal egemenliğe olan bağlılığının daha geniş bağlamı içinde değerlendirmiş ve İran'ın nükleer silah üretebilecek teknik kapasiteye sahip olduğunu ve bu konuda önemli bir engelle karşılaşmadığını belirtmişti.
İslam Devrimi Lideri Seyyid Ali Hamenei tarafından yayınlanan fetvanın İran'ın nükleer silahlanmaya gitmesini engelleyen tek kısıtlama olduğunu vurgulayan Harrazi, ayrıca, şu anda her şeyin İsraillilere bağlı olduğunun, düşmanca eylemlerini sürdürmeyi seçmeleri halinde İran'ın da buna uygun şekilde karşılık vereceğinin altını çizmişti.
Çeviri: YDH
Yeni yorum ekle