“Büyük Lübnan”ın İşlevi: Başlangıcı ve Sonu
Yazar makalesinde temel olarak Lübnan’ın kuruluş amacının ve ona yüklenenen işlevin (İsrail’in korunmasına yönelik bir tampon bölge) artık sürdürülemediğini ve sürdürülemeyeceğini nedenleriyle birlikte açıklıyor.
Welayet News - Her ne kadar geçmişte Batı basınında (ve tabii ki onun kötü bir kopyası olan Türk
basınında) Ortadoğu’nun Paris’i veya İsviçre’si olarak anılsa da, Lübnan devletinin tarihi gerçekte İsrail’in doğrudan saldırılarıyla, suikastlarıyla ve yine Filistin sorunundan kaynaklanan iç savaşla dolu bir tarihtir.
Oysa Lübnan Filistin’e komşu olup da İsrail’e savaş ilan etmemiş tek ülkeydi. Buna
rağmen, -özellikle Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’a taşınmasından itibaren- aynı
zamanda İsrail’in en çok saldırısına ve bu saldırıların yarattığı en büyük yıkımlara maruz kalan ülke oldu. Hattâ Filistin dışında başkenti İsrail tarafından işgale uğrayan tek Arap ülkesi de Lübnan olmuştur.
Lübnan’ın diğer bir ilginç özelliği de, İsrail’in en çok saldırısına ve tehditlerine maruz
kalmış bir ülke olarak, fiiliyatta bir ordusunun olmamasıdır. Daha doğrusu adı “Lübnan
Ordusu” olan bir kurum vardır ama bu kurumun deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri, hava savunma sistemleri ve hattâ ağır silah sistemleri yoktur. Bir diğer ifadeyle, adı “Ordu” olmakla beraber gerçekte bir polis/jandarma gücü mertebesinde bir kurum vardır.
İşte bu koşullarda Lübnan’a yönelik İsrail saldırılarına son veren iki önemli kırılma
noktası olmuştur. Birincisi 2000 yılında Direniş’in (Hizbullah ve müttefikleri) İsrail’i işgal ettiği Güney Lübnan’dan kayıtsız şartsız çekilmek zorunda bırakmasıdır. İkincisi ise 2006 yılında İsrail’in neredeyse tüm dünyanın ve BM’nin desteğini aldığı Lübnan’a
yönelik saldırısında başarısızlığa uğraması olmuştur. Bu savaşta İsrail tüm bu desteğe, dünyanın en gelişmiş uçaklarıyla yaptığı saldırılara, hiçbir şekilde hesap vermeyeceğini bilerek fütürsuzca işlediği tüm savaş suçlarına (Öyle ki İsrail Lübnan altyapısına ve sivil vatandaşlara saldırılarla yetinmemiş, BM’nin gözlem tesisindeki 4 görevlisini hava saldırılarıyla katletmiş, BM Genel Sekreteri İsrail’in bu saldırısının kasten yapıldığını açıklamış ama BM kendi personeliyle ilgili olarak İsrail’e karşı bir kınama kararı dahi alamamıştır) karşın Lübnan topraklarında ilerleyememiş, Direniş’in gücünü kıramamış ve ateşkes talep etmek zorunda kalmıştır.
Sonuçta fiilen bir ordusu dahi olmayan Lübnan, Direniş ve onun füze gücü sayesinde
İsrail’e karşı askeri bir caydırıcılığa sahip olmuştur. Bu caydırıcı güç nedeniyle, 2006
yılından bu yana İsrail Lübnan’a saldırmaya cesaret edemiyor. Zira, saldırdığı takdirde
geçmiştekinden farklı olarak Lübnan’dan (Direniş’ten) cevabını alacağını biliyor ve bu
cevabın komplikasyonlarının ve sonuçlarının kendi varlığı açısından yıkıcı etkileri
olabileceğinden korkuyor.
Böylece, Direniş sayesinde Lübnan İsrail karşısında geçmişten çok farklı bir konuma
evrilmiş; temel işlevi olan İsrail’in güvenliğine katkıda bulunan bir tampon bölge
olmaktan tamamen çıkıp tam tersine İsrail’in gücünün yenilmez olmadığını ispatlayan ve hattâ ona karşı en büyük tehdit unsuru haline gelen bir ülke olmuştur. Doğal olarak, daha doğrusu emperyalizmin doğası itibariyle, Lübnan’a bunun bedelinin ödetilmesi, diz çöktürülmesi ve sonuçta Lübnan’da mevcut statükoda İsrail lehine ve onun çıkarlarının tehdit edilmesini önleyecek şekilde değişiklik yapılması istenmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi ise Direnişin tecrit edilmesine, siyasi karar alma süreçleri dışına itilmesine ve en önemlisi İsrail’i tehdit eden ya da bir diğer ifadeyle Lübnan’ın güvenliğini sağlayan silahlarından mümkün olduğu ölçüde arındırılmasına bağlıdır.
Buna yönelik olarak gerekli ortamın yaratılması ve bunun için halkın “burnunun
sürtülmesi” gerekmektedir. Bu meyanda,
Lübnan tarihinin gördüğü en ağır mali ve ekonomik kriz ile sarsılmakta,
Limanı havaya uçmakta,
Vatandaşların bankalardaki döviz mevduatları banka sahiplerince ve Batı finans
sisteminin işbirliğiyle Batıya kaçırılmakta, bu nedenle vatandaşlar bankalardan
kendi paralarını çekememekte,
Lübnan Lirasının ABD Doları karşısındaki değeri inanılmaz seviyelerde ve
neredeyse günlük olarak değer kaybetmekte,
Mali kriz nedeniyle devlet yoksul vatandaşların temel ihtiyaçlarını artık sübvanse
edememekte,
Toplumun yarıdan fazlası yoksulluk sınırının altında ve temel ihtiyaçlarını
karşılayamaz durumda yaşamaktadır.
Öte yandan da Batı medyası, onun emrindeki Körfez medyası ve Körfez ülkelerince
finanse edilen Lübnan medyası –ki bunlar tüm medyanın en az % 80’ini
oluşturmaktadır- yirmi dört saat boyunca tüm bu olumsuzluklardan “İran’ın emri altındaki Hizbullah’ın ve onun silahlarının” sorumlu olduğunu vatandaşa pompalamakta ve Hizbullah’ı “şeytanlaştırmak” için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Oysa Hizbullah’ın ne Lübnan devletinin mevcut mezhepçi yapısının oluşumunda herhangi bir katkısı vardır ne de Lübnan’ın finansal sistemiyle ilgisi vardır. Esasen Lübnan’ın finans sistemi Batının ve özellikle ABD’nin sıkı denetimi altında olup; ABD’nin Hizbullah’ı terörist örgüt olarak tanımlamış olması nedeniyle Hizbullah’ın Lübnan finansal sisteminin rutin işlemlerinden dahi faydalanması mümkün bulunmamaktadır.
Sonuç olarak günümüzde emperyalizm Lübnan halkına şu ikilemi dayatmaktadır:
Ya Hizbullah’ı silahsızlandırarak eskiden olduğu gibi İsrail’e boyun eğerek ve
egemenliğiniz, kara-deniz sınırlarınız, su kaynaklarınız, Doğu Akdeniz’deki doğal
gazınız vd. konularda ona istediği tavizleri vererek yaşarsınız,
Ya da ekonomik ve mali kriz koşullarında, yoksulluk ve iç barışı tehdit eden
toplumsal huzursuzluk ve kaos ortamında yaşarsınız.
İşte Lübnan’ın bugünkü durumunu, tarihsel olarak bunun nedenlerini daha detaylı bir
şekilde anlamak ve buradan nasıl bir çıkış yolu olabileceğini öngörmekte yardımcı
olabileceği düşüncesiyle, bu konuda yetkin bir yazarın (Prof. Dr. Safiye Saade)
Lübnan’ın Al-Akhbar Gazetesi’nde konuyla ilgili olarak yayımlanan önemli bir makalesini tercüme ettik.
Yazar makalesinde temel olarak Lübnan’ın kuruluş amacının ve ona yüklenenen işlevin (İsrail’in korunmasına yönelik bir tampon bölge) artık sürdürülemediğini ve
sürdürülemeyeceğini nedenleriyle birlikte açıklıyor.
Bu arada, “Çevirenin Notları” bölümünde yazar ve önemli bir tarihi kişilik olan babası
hakkında bilgi bulunmaktadır. Yine aynı bölümde Lübnan’ın tarihi konusunda yeterli
bilgisi olmayan okuyucular için bu konuda açıklayıcı bilgiye yer verilmiştir.
“BÜYÜK LÜBNAN”IN İŞLEVİ: BAŞLANGICI VE SONU
Prof. Dr. Safiye Saade (1),
Al-Akhbar Gazetesi, 26 Ocak 2021
Tampon Bölge Lübnan
Eğer Büyük Britanya I. Dünya Savaşı sırasında Filistin topraklarında Siyonist
kolonizasyona dayalı bir sömürge kurmaya karar vermeseydi, 1920’de “Büyük Lübnan” kurulmamış olacaktı (2). O dönemde “Büyük Lübnan”ın temel işlevi, “Yahudi” bir devlet ile komşu İslam ülkeleri arasında “tampon bölge” rolünü oynaması beklenen bir Hristiyan varlık üzerine odaklanmıştı. Batılı iki emperyalist gücün en çok istediği şey, bölge sakinlerinin kafalarından ulusal devletler inşa etme fikrinin çıkartılması ve dinî/mezhebi düsturun diğer her şeyden mutlak önceliğe sahip bir kimlik olarak korunmasıydı (3). Osmanlı İmparatorluğu’nun milletler sistemine ilişkin tarihi de bu konuda emperyalist Britanya’nın işinin kolaylaşmasına katkıda bulundu. Böylece emperyalist Britanya Arap Yarımadasından Şerif El-Hüseyni Ailesini getirdi ve aile mensuplarını onların bu dinî kimlik ve statüsünü kullanarak –Filistin’den vazgeçilmesi şartıyla-Bereketli Hilal devletlerinin başına atadı (4). Başka bir ifadeyle, ülkelerini yönetmek için hiçbir Iraklı, Suriyeli veya Ürdünlü bu ülkelerin başına atanmamış; aksine, “Suraki” bölgenin ve çevresinin dışından, tamamen ehlileştirilmiş, İngiliz iradesine itaatkâr ve bir halkı değil yalnızca dini bir sembolü temsil eden bir aile getirilmiştir (5).
1 Eylül 1920 günü Fransız Yüksek Komiserliği Ofisi olan Çam Sarayının önünde: “Büyük Lübnan Devleti” ilanını belgeleyen meşhur kare: Fransız Yüksek Komiseri General Henry Gouraud bir yanında Marunîlerin Antakya Patriği İlyas Huayek ve diğer yanında Başmüftü Şeyh Mustafa Naja.
1 Eylül 1920 günü Fransız Yüksek Komiserliği Ofisi olan Çam Sarayının önünde: “Büyük Lübnan Devleti” ilanını belgeleyen meşhur kare: Fransız Yüksek Komiseri General Henry Gouraud bir yanında Marunîlerin Antakya Patriği İlyas Huayek ve diğer yanında Başmüftü Şeyh Mustafa Naja.
Buna paralel olarak ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren Hristiyan Araplar Arap kimliğine daha çok bağlandılar, Osmanlıcanın resmi dil olmasından sonra Arap dilinin yeniden canlandırılması yönünde gayret sarf ettiler ve daha sonrasında Arap milliyetçiliğinin karakteristiğini belirlemeye başladılar. Arap Hristiyanlar Arap kültür mirasını benimseyen milliyetçi partilerin başını çektiler. Bunların sonucunda Batı, bu milliyetçi/yurtsever akımların bölgedeki kendi emperyalist varlığına bir tehdit oluşturduğunu fark etti; buna karşı koymak için Lübnan’daki halkı Müslüman ve Hristiyan olarak böldü.
Lübnan’ın -tampon bölgenin- kurulmasından itibaren bu Hristiyan varlığına yönelik
olarak onu kendi çevresinden ayıracak bir ideoloji oluşturulmaya başlandı. Buna göre,
bu varlık Fenike kökenli , Batı hayranı, Hristiyanlarının evlerinde ve çocuklarıyla
Fransızca konuştukları, benimsemedikleri ve düşük seviyede gördükleri Arapçayı
kullanmadaki yetersizlikleriyle övündüğü bir ülkeydi (6). Zaten isimleri de Batı uygarlığına bağlılıklarını gösteriyordu: Pierre, Raymond, Paul, Janet, Colette vb…
Misyoner okulları, bu kavramın pekiştirilmesine ve Arapça bir kelime söyleyen herkesin cezalandırılmasına katkıda bulundu. Daha önce Hıristiyanlar arasında yaygın olan Arap(çılık) akımı II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar gözden düştü; Batı bu fikri yok etmeye çalıştı ve Arap olan kişinin mutlaka Müslüman olması gerektiğini öne süren akımı destekledi, Arap uygarlığı tarihini Pagan, Hristiyan ve hattâ Ateist köklerinden tamamen kopardı. Öyle ki Arabın Müslümanlık dışında kimliği olamazdı! Arap ülkeleri de Batılı sömürgecinin tam da onlar için planladığı kendilerini ve kökenlerini yok sayma tuzağına düşmüşlerdi. İşte dinlerinin dışında olanın Arap karakterini inkâr eden ve onu ortadan kaldırmayı yani yurtsever/ulusal kimliğin yok edilmesini kışkırtan çok sayıda din adamı ve İslami hareket var. 1975’teki iç savaş esnasında olan da tam olarak böyle bir şeydi.
Sömürgeci Batı, 1920-1975 arasındaki dönemde, Büyük Lübnan’ı ve İslami-Yahudi
çatışmasının yansımalarını absorbe eden coğrafi bir alan olan Hristiyan tampon
bölgesini desteklemek yönünde çalıştı. Sadece bu değil, aynı zamanda Lübnan’ın
yabancı bankalar aracılığıyla bir transit bölgesine ve petrolün dolara çevrildiği bir açık
hava çarşısına dönüştürülmesinin yanı sıra Batılı üniversiteleri aracılığıyla Arap
seçkinlerinin çocuklarının ehlileştirilmesi ve böylece Müslümanın Batıyı kabullenmesi ve ona boyun eğmesinin sağlanması yönünde çalışıldı.
Yabancı Okulların ve Üniversitelerin Rolü
Yabancı misyonerler sömürgeci Batının bölgedeki saldırılarına ayak uydurdular.
Toplumun bütünleşmesine yol açan ve sömürge varlığını tehdit eden ulusal fikir ve
önermelerin hayata geçmemesi için, okullarda yürüttükleri dinî misyonerlik
(Hristiyanlaştırma) faaliyetleri aracılığıyla aşırılık yanlısı dini çatışmaları kışkırtmaya ve Hristiyan öğrenciler ile Müslüman öğrenciler arasında ayrım yapmaya çalıştılar. Zira yurtsever/ulusal bilinç, mensup olunan dinle ilgisi olmaksızın vatana bağlılık ve onu tüm yurttaşlara ait görme konularında toplumun tüm zümreleri ve bileşenleri arasında bir birlik yaratacaktı.
Sonuçta, bu misyonerlerin faaliyetlerine yoğun bir şekilde katılım gösteren Hristiyanlar yabancı dillerde en eğitimli ve deneyimli grup oldu. Özellikle bu misyoner gruplarından bazıları öğrencileri çekmek için ücretsiz eğitim sağladılar Yanı sıra iki yabancı misyonerlik üniversitesi kuruldu: Suriye Protestan Koleji (Beyrut Amerikan Üniversitesi) ve Marunîlerin üzerine titrediği Cizvit Üniversitesi.
Geleneksel otoritenin “Büyük Lübnan”ın geçtiğimiz on yıllarda oynadığı role bağlı kalması, bu ülkedeki çöküşü artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Bu okulların amacı Hristiyanlığı yaymak olsa da, eğitim materyallerinin ve
programlarının kalitesinin Arap Maşrık ülkelerindeki tüm kamu okullarından üstün
olması nedeniyle sonrasında Müslümanların da Hristiyanlar gibi bu okullara akın
etmesine yol açtı (7). İşte en büyük çelişki burada ortaya çıktı: Bu okullar ve üniversitelerin yerli öğrencileri Batılı ülkelere kazandırmak amacıyla kurulmuş olmakla beraber, bunlar aynı zamanda yüksek bir bilimsel seviyeye sahip olmanın yanı sıra devlet okullarında olmayan bir şekilde mantık ve tartışmaya dayanan düşünceler sunan okullardı. Burada bilimsel düşünceyi alıp ilerleme ve gelişme için benimsemek yerine, bu yabancı okulları reddetmekle yetinmeyip aynı zamanda mantık, bilim ve aklı da Batı ürünü olduğu gerekçesiyle reddeden bir akım ortaya çıktı!
Ekonomik İşlev
1943’te Sünniler ve Marunîler arasındaki ulusal anlaşmanın yapısı da, yalnızca
Müslümanlar ile Yahudiler arasında bir tampon bölge kurmayı değil, aynı zamanda
altyapı ve kentleşme açısından henüz işin başında olan Körfez ülkeleri arasında
Lübnan’ın bir transit bölge şeklinde ekonomik bir rol oynamasını amaçlayan Batı ve
özellikle Britanya tarafından belirlenmişti. Liman, havaalanı, banka, üniversite vb
kurumların tamamı petrol zengini olmakla birlikte gelişmemiş Körfez ülkelerinin
hizmetindeydi.
Siyasi Marunîlik uluslararası ilişkilerinde İsrail ile arasındaki ateşkesin pekiştirilmesi
isteğine vurgu yaptı ve bazı seçkinlerinin Suriye’nin Lübnan’ı taciz etmesi durumunda
İsrail’in Lübnan’ın yardımına koşacağını iddia etmesinin yanı sıra Lübnan’ın
tarafsızlığını teyit için herhangi bir Arap kimliğinin kendisiyle ilgili olmasını reddetti.
Böyle bir ortamda sömürgeci Batı, herhangi bir ideolojik engel olmaksızın istihbarat
servislerinin at koşturması, ajanlarının eğitimi ve Arapça öğrenmeleri (örneğin, Şamlan Merkezi) bakımından Lübnan’da âdeta bir vaha buldu.
“Büyük Lübnan’’ın Sykes-Picot’un istediği ve 1920’de başlayan tampon bölge rolü ve
İsrail’e karşı boyun eğen uysal tavrı, 1975’teki iç savaşın başlamasıyla sona erdi (8). O zamana kadar, hâkim olan görüş, durumun Lübnan’da değişmeden kalacağı, Filistin
davasının sonunda tasfiye olacağı ve Ürdün’ün Filistinlilerin alternatif vatanı olacağı
şeklindeydi. Ancak Filistin silahlı mücadelesinin 1970 yılında Ürdün’de “Kara Eylül”
olarak bilinen yenilgisi ve savaşçılarıyla birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’a
taşınması bu ülkenin rolünü değiştirdi. Lübnan artık bir tampon bölge, tarafsız ve İsrail’le ateşkesin hüküm sürdüğü bir ülke değil, mevcut rolünün yıkılmasına yol açan bir çatışma ve meydan okuma ülkesiydi. Bu, banka, liman, havaalanı ve üniversite olarak Lübnan’ın mevcut rolünün çöküşüne, üniversitelere ve okullara devam eden diğer Arap ülkelerinden seçkinlerin çocuklarının ortadan kaybolmasına ve genç erkek ve kadınlarının yoğun bir şekilde Lübnan’ı kalıcı olarak terk etmesi sonucunda Hristiyan orta sınıfın aşınmasına yol açtı.
İç savaş, Hristiyan varlığın tampon bölge olarak oynadığı rolü ortadan kaldırdı. Bunun
üzerine ABD, hegemonyasını sürdürmek için müdahale etti. Ancak, bu kez müdahale Sünniler üzerinden oldu ve ABD-Suudi Arabistan-Suriye uzlaşısı Hristiyanların pek çok yetkisini kaldırarak onları Müslümanlarla eşitleyen yeni bir Anayasa (Taif Anlaşması) üretti. 1990’dan 2005’e kadar Suudi Arabistan, Başbakan Refik Hariri aracılığıyla ve açık bir Amerikan desteğiyle Lübnan’ı yönlendiren ülke oldu. Bununla birlikte, Lübnan’ın Batı ile entegrasyonuna ilişkin kolaylaştırıcı rol ise başta Dubai olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri’ne kaydı. Bu meyanda en önemli Amerikan üniversiteleri daha sonra kendi ülkelerinde çalışacak personelin temini için Körfez ülkelerinde şubeler açtı.
Refik Hariri, politikalarını Lübnan’ın turizm ülkesi olma hedefine odakladı ve bu amaç için gerekli tüm altyapıyı kurmaya çalıştı. Hariri, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini ilan ettiği, ilgili Arap ülkelerinin Madrid Barış Konferansına katılmayı kabul ettiği ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Oslo’da İsrail’i tanıdığı koşullarda Arap-İsrail çatışmasının artık sona ermek üzere olduğuna inanıyordu. Dönemin en önemli düşünürlerinin ABD’nin mutlak zaferine ve “tarihin sonuna” işaret etmesi, Hariri’yi ABD’nin hegemonyasının nihai olduğuna inandırdı ve tüm politikalarını bu temel üzerine inşa etmesine yol açtı.
Lübnan’daki durumun istikrarı on yıldan fazla sürmedi ve 2006 yılında Amerika Birleşik Devletleri, durumu İsrail lehine çevirmeye çalıştı; ancak daha öncesinde 2003 yılında Irak’ta ve daha sonrasında 2011 yılında Suriye’de olduğu gibi başarısız oldu ve Direniş Eksenini parçalayamadı. Trump’ın başkanlığı üstlenmesiyle birlikte Amerika, İran’dan Lübnan’a uzanan Direniş Ekseni karşısında Arap Körfezi ülkeleri ve İsrail’den oluşan bir cephe kurma yönünde taktik değiştirdi. Bu da Hariri’nin hararetle savunduğu Lübnan’ın turizm ve finans alanında rol üstlenen bir ülke olma özelliğine son verdi.
Bazı Körfez ülkelerinin İsrail ile normal ilişkiler tesis etmesi, şu sonuçlara yol açtı:
1- 1920’de planlandığı şekliyle “Büyük Lübnan” rolü sona erdi. Amerika Birleşik
Devletleri’nin artık buna ihtiyacı kalmadı. Hattâ Lübnan’ın eski rolüne bağlı kalmak
isteyen birçok kişinin umut ettiği gibi bu rolüne dönüp Bahreyn ve Birleşik Arap
Emirlikleri gibi Körfez ülkeleriyle aynı sıraya girse bile, “Müslümanları” ve “Yahudileri”
ayıran eski özel durumuna geri dönmeyecektir.
2- Trump’ın Lübnan’a uyguladığı baskı ve yaptırımlar, bazı Körfez ülkelerinde olduğu
gibi, Lübnan’a diz çöktürüp İsrail’e boyun eğmesini hedefliyor. Ancak bu ülkelerden farklı olarak böyle bir durumda Lübnan’ın ödeyeceği bedel, egemenliği, toprağı, denizi-suyu ve petrolü ile ilgili haklarına zarar verilmesi anlamına geliyor. İsrail’in 1948’deki kuruluşundan bu yana Lübnan topraklarıyla ilgili olarak aleni bir şekilde deklare etmiş olduğu emelleri var. İsrail, su kaynaklarını ele geçirmek için bazı Lübnan topraklarını ilhak etmek istiyor ve küresel ısınmayla birlikte bu talep onun için bir ölüm kalım meselesi haline geldi. Aynı şey, Lübnan’ın işgal altındaki Filistin ile iç içe geçmiş olan petrol ve gaz, kara ve deniz sınırları için de geçerli. Eğer Lübnan’daki halkın direnişi olmasaydı, İsrail doğal gaza el koymuş ve Avrupa’ya göndermeye başlamış olacaktı.
3- Bazı Körfez ülkeleri Büyük Lübnan rolünü üstlendiğinden ve hattâ İsrailli
kolonyalistleri bağırlarına basarak bu rolü de aştığından, artık Beyrut limanına ihtiyaç
kalmadı ve yerini gasp edilmiş Hayfa’nın alması büyük bir ihtimal olarak belirdi. Keza,
Batı ile Arap Yarımadası arasındaki ilişkileri normalleştirmeye artık gerek kalmadı, zira
buralarda Batı üniversiteleri açıldı ve Yarımada halkı eğitimli ve yabancı dillere aşina
hale geldi. Zenginlerin çocuklarına gelince, Batı ülkelerinde eğitimlerini sürdürmelerine artık karşı çıkılmıyor, bu meyanda paralarını bu amaçla Lübnan’da değerlendirme ihtiyacı da ortadan kalkmış oldu.
4- Körfez ülkelerindeki çeşitli alanlarda uzman Lübnanlılar bile bu ülkelerdeki zenginlik ve konforlu yaşam olanağı nedeniyle bu ülkelerde kalmaya başladılar. Lübnan’a geri dönme istekleri kalmadığı gibi tam tersine Körfez ülkelerinden Batılı ülkelere göç etme eğilimine girdiler. Belki de yakın gelecekte Körfez ülkelerindeki Lübnanlı profesyonelleri ve nitelikli işgücünü buralardan çıkarmak için bunlarla “İsrailli” rakipleri arasında yoğun bir rekabetin yaşandığını göreceğiz.
Bunlar bizi, Lübnan’da geleneksel otoritenin “Büyük Lübnan”ın geçmiş on yıllarda
oynadığı role bağlı kalmasının yalnızca daha fazla çöküşe yol açacağı sonucuna
götürmektedir, zira bu rol sona ermiştir. Lübnan’ın Batı için bugünkü rolü, Doğu
cephesinden herhangi bir ülkenin Akdeniz kıyılarına ulaşmasını engellemektir. Çünkü
bu onların çıkarlarını tehdit etmektedir. Lübnan bu durumda çok kutuplu güçler arasında uzun yıllar sürebilecek bir çatışma alanıdır. Bu şiddetli çatışmanın ortasında, planlarını bu temelde geliştirebilmek için geleceği öngörebilen, yeni, bilinçli liderler bulmak görevi Lübnan halkına düşmektedir.
ÇEVİRENİN NOTLARI:
1- YAZAR HAKKINDA: Prof. Safiye Saade (Safia Antoun Saadeh), Lübnanlı düşünür ve Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nin-SSMP kurucusu Antun Saade’nin (Antoun Saadeh) kızıdır. Dr. Safiye Saade, Beyrut Amerikan Üniversitesinde tarih lisansı ve yüksek lisansı aldıktan sonra ABD’de Harvard Üniversitesinde Ortadoğu Tarihi alanında doktora yaptıktan sonra öğretim üyesi olarak ülkesi Lübnan’da çeşitli üniversitelerde çalıştı. Halen bu görevine devam ediyor.
Prof. Saade’nin bazı kitapları:
The Social Structure of Lebanon: Democracy or Servitude? (Lübnan’ın Sosyal Yapısı:
Demokrasi mi Kulluk mu?),
Antun Saadeh and Democracy in Geographic Syria: A Nation Divided (Antun Saade ve Coğrafi
Suriye’de Demokrasi: Bölünmüş Bir Ulus),
Lebanese Confessionalism in Citizenship and Conflict (Vatandaşlık ve Çatışma açısından
Lübnandaki Taifecilik/Mezhepçilik),
The Quest for Citizenship in Post Taef Lebanon (Taif Sonrası Lübnan’da Vatandaşlık Arayışı),
Ṭufûlatî ma‘a Wâlidî (Babamla Çocukluk Anılarım)
Öte yandan, Prof. Safiye Sade’nin babası Antun Saade Ortodoks Hristiyan bir ailenin
çocuğudur. Bugünkü Suriye, Irak, Lübnan, Filistin/İsrail ve Ürdün’den oluşan “Doğal Suriye” veya “Büyük Suriye”’nin birleştirilmesini, bu bölgelerin halkının dini/mezhebi ve etnik kimliklerinden bağımsız olarak tek bir ulus olduklarını savunmuştur. Bu görüşleri nedeniyle siyasal İslamcıların yanı sıra özellikle Lübnan milliyetçisi Marunî Hristiyanların tepkisini çekmiş ve tamamen siyasi saiklerle 1949 yılında Lübnan’da idam edilmiştir. Bununla birlikte Antun Saade’nin antiemperyalist fikirleri özellikle Lübnan ve Suriye başta olmak üzere “Büyük Suriye”de ağırlık taşımaya devam etmiştir. Nitekim partisi SSMP Lübnan’da Hizbullah ile birlikte İsrail işgaline karşı savaşmış olup, bu partiyle halen ittifak ilişkisi içindedir. Suriye’de ise SSMP Baas Partisinden sonra ülkenin en büyük partisi olmanın yanı sıra “Kasırganın Kartalları” isimli yaklaşık 12 bin kişiden oluşan silahlı kolu Suriye Ordusu’nun yanında, ülkelerine yönelik savaşa karşı koymaya devam etmektedir.
2- (BÜYÜK) LÜBNAN DEVLETİNİN KURULUŞU VE GELİŞİMİNİN SATIRBAŞLARI: Lübnan 1918 Ekim başında İngiliz ve Fransız kuvvetlerince işgal edildi. Nisan 1920’de yapılan San Remo Konferansı’nda Lübnan Suriye ile birlikte Fransa manda yönetimine devredildi. Fransa Eylül 1920’de Büyük Lübnan Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Büyük Lübnan Devleti Osmanlı dönemindeki Cebel-i Lübnan (Lübnan Dağı) Mutasarrıflığının genişletilmesiyle oluşturuldu.
Büyük Lübnan Devletinin oluşturulmasında, aşağıdaki haritada kalın kesik çizgilerle sınırları gösterilen Cebeli-i Lübnan’a Beyrut şehrinin yanı sıra kuzeyde Trablusşam ve civarı, doğuda Antilübnan dağlarının zirvesine kadarki bölge yani Baalbek ve Bika’, güneyde ise Sayda şehri ve Filistin sınırına kadar güneyindeki topraklar eklendi.
Bu “genişlemenin” iki nedeni vardı. Birincisi yalnızca Cebel-i Lübnan sınırları bu devleti ekonomik olarak yaşatmak için yetersizdi. İkincisi bu devletin İsrail’in güvenliği için bir tampon bölge olarak işlev görmesi için Filistin ile sınırdaş olması gerekiyordu. İşte burada tarihin garip cilvesi ortaya çıkacaktı. Zira İsrail’in güvenliği için Büyük Lübnan Devleti içine alınan Sayda’nın güneyindeki Cebel ‘Amil bölgesi halkı (haritada mor renkle gösterildiği üzere çok büyük çoğunluğu Şiidir) bağrından daha sonra İsrail’in başına bela olacak Emel Hareketini (1970’lerde) ve Hizbullah’ı (1980’lerde) çıkaracaktı.
Lübnan’da Fransız manda yönetimi Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı. 23 Mayıs 1926’da anayasa kabul edilip Lübnan Cumhuriyeti ilân edildi. İlân edilen cumhuriyet esasen Fransa’nın vesayetindeydi. Yeni anayasaya göre Lübnan hükümeti iç işlerinde yetkili kılınmakta, dış ilişkiler tamamen Fransa’ya bırakılmakta ve yüksek komisere kanunları veto etme hakkının ötesinde meclisi feshetme ve anayasayı askıya alma yetkisi verilmekteydi. Fransızca Arapça ile birlikte resmî dil kabul edilmekteydi. Bu tür uygulamalar ve Marunî Hristiyanlara dayalı politikalar sebebiyle Fransa’ya karşı tepkiler giderek arttı; 1925-1927 yılları arasında isyanlara yol açtı.
Aslında ülke o tarihten sonra da sürekli gerginlik ve karışıklıklar yaşadı ve mandater ülke Fransa’ya karşı hareketlerle sarsıldı.
1936’da Suriye’nin geleceğini belirlemek için Suriye-Fransa görüşmelerinin başlaması
Lübnan’da çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu, Ortodoks ve Protestanların da önemli destek verdiği Suriye yanlılarını harekete geçirdi. Bu görüşe muhalif olan Hristiyanlar da Lübnan milliyetçiliği temeline dayalı bir karşı hareket başlatarak bağımsız Lübnan için çalıştılar.
Ocak 1937’de Lübnan’da anayasa hükümleri uygulamaya konuldu. Ancak Fransa Parlamentosu anlaşmayı bir türlü onaylamadı ve Eylül 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı sebebiyle de meclis feshedilerek anayasa askıya alındı.
8 Kasım 1943’te Lübnan Meclisi manda yönetiminin getirdiği kısıtlamaları kaldıran bir kanun kabul etti. Yeni kanun hızla cumhurbaşkanının onayından geçirilerek yayımlandı. Lübnan’a döndüğünde gelişmeleri öğrenen Delege-General Helleu 11 Kasım’da Cumhurbaşkanı Hûrî,
Başbakan Sulh ve bazı kabine üyelerini tutuklatmakla kalmadı, anayasayı da askıya aldı, meclisi feshetti. Bu uygulamalar Lübnan’ın büyük çoğunluğunu Fransız karşıtlığında birleştirdi.
Gösteriler, ayaklanmalar birbirini izliyordu. Olayların kontrolden çıkmak üzere olduğu bu aşamada İngiltere ve Amerika’nın da bağımsızlık yanlısı tavır sergilemeleri üzerine Fransa delege-generali görevden aldı. 22 Kasım 1943’te cumhurbaşkanı ve başbakan serbest bırakılarak görevlerine döndüler. Bu tarih Lübnan’ın Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktası oldu ve bağımsızlık günü olarak kutlandı. Bundan sonra Fransa’nın manda yönetimi vasıtasıyla elde ettiği haklar tedrîcen iptal edildi. Mayıs 1945’te Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine İngiltere’den gelen baskıların da rolüyle Fransızlar Lübnan’daki askerlerini 1946 sonuna kadar tahliye etti. Bu arada bağımsız Lübnan1945 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na ve Arap Birliği’ne üye oldu.
3- Batılı iki emperyalist güç ile kastedilen Britanya ve Fransa’dır.
4- Bereketli Hilal ya da Münbit Hilal (İngilizce: Fertile Crescent), Orta Doğu’da, Batı ve Ortadoğu uygarlıklarının doğduğu bölge. Bereketli Hilal, Ortadoğu’da hilal şeklinde bir bölgedir ve geniş tanımla günümüz Irak, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Ürdün, Mısır ile Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ve İran’ın batı kenarlarını kapsar. Ancak, yazarın bu yazıda dar tanımı esas aldığı, dolayısıyla terimi bugünkü Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü kapsayan bir bölge için kullandığı anlaşılmaktadır.
5- Suraki Bölge veya Surakiye: Suriye ve Irak’ın oluşturduğu bölgeye verilen isim.
6- Fenike kökenli ibaresiyle, Arap olmayan ya da Arap’tan farklı/önceki bir köken vurgusu vardır.
7- Arap Maşrik ülkeleri, İran ile Akdeniz arasındaki ya da bir başka deyimle doğudaki Arapülkelerini içeren bir coğrafi terimdir. Dolayısıyla Münbit Hilal ülkeleri (Irak, Suriye, Lübnan,Filistin ve Ürdün) ile Arap Yarımadası ülkelerini (S. Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Umman ve Yemen) kapsar. Bazı kişiler bu tanıma Mısır’ı ve hattâ Sudan’ı da dahil eder.
8- Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında, 16 Mayıs 1916
tarihinde Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.
Anlaşmaya ismini verenler, Britanyalı diplomat Mark Sykes ile Fransız diplomat François Georges-Picot’udur. Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevik hükümetin yayımlamasıyla tüm dünya bu Anlaşmadan haberdar olmuştur.
San Remo konferansına kadar geçen sürede Sykes-Picot antlaşması bazı değişikliklere
uğramıştır.
Prof. Saade
Çeviri: Emir Aşnas
marbutahaber.
Yeni yorum ekle