İran’ın bölgedeki varlığının nedeni nedir?

Cu, 20/04/2018 - 11:17

İran’ın bölgede ve daha özel olarak çatışmanın merkezinde (yani Irak ve Suriye’de) yer almasıyla ilgili olarak dört görüş bulunuyor.

Welayet News - İran’ın bölgede ve daha özel olarak çatışmanın merkezinde (yani Irak ve Suriye’de) yer almasıyla ilgili olarak dört görüş bulunuyor.

Birinci görüşe göre, esasen İran’ın bölgede varlık göstermesi doğru değildir. Bu görüşü savunanlar açısından, İran’ın bölgedeki varlığı, bir yandan Batılı ülkelerin ve onların bölgesel uzantılarının daha fazla düşmanlık yapmasına neden olurken, diğer yandan ülkeyi kendi iç sorunlarınndan gafil kılmaktadır. Bu kimse ve gruplarda, “Eve lazım olan camiye haramdır” anlayışı hakim.

İkinci görüşe göre, “milli çıkarları” savunmak ve “salt insani” bir vazife gereği bizim bölgede bulunmamız gerekiyor. Bu görüştekiler açısından, küresel emperyalizm bölgede daha fazla çıkar sağlamak için bölgeye yönelmiş durumda ve dolaysıyla, emperyalizmin bölgeden çıkarılması, kendi halkımızın ve bölge halklarının hukukunu savunmak için bizim de bu gelişmelerde yer almamız gerekiyor. Bu açıdan, Irak, Suriye, Lübnan vs. ülkeler İran’a borçludurlar ve DAEŞ projesi sonlandırılıp bölgeden atıldıktan sonra, bu ülkeler İran’ın yapmış olduğu yiğitlik karşısında haklarını yerine getirmeli ve pazarlarını İran’a açmaları gerekir.

Üçüncü görüşe göre ise, İran’ın bölgedeki varlığı “stratejik” değil, taktiksel”dir. İran eğer bölgede bulunuyorsa hali hazırda kimi bölge ülkeleriyle (terörizmle mücadele gibi) “ortak çıkarlar”ı olduğu için bulunuyor. Dolaysıyla İran’ın bakışı kısa vadeli bir bakıştır ve projenin bitmesinden sonra İran’ın bölgedeki varlığına ve diğer ülkelerle yakınlaşmasına ihtiyaç yoktur. O halde İran’ın bölge ülkeleri ile ittisal halkası ortak çıkarlardan ibarettir sadece.

Bizim savaşımız akide savaşıdır

Birinci görüşün ne derecede yanlış olduğu ki müşahhastır ve DAEŞ’in geçtiğimiz yıl İslami Şura Meclisi binasına düzenlendiği saldırı tek başına bu iddianın reddi için yeterlidir. Eğer Suriye ve Irak’ta düşmanla savaşmasaydık başkentin sokaklarında onunla savaşmamız gerekecekti. İkinci ve üçüncü görüşler de hakikatin bir boyutunu içeriyor olsa da ancak İslam İnkılabı liderlerinin (İmam Humeyni ve İmam Hamanei) savunduğu görüşe göre, yetersiz olup bu iki büyük insanın fikri ve dini ilkeleriyle çelişmektedir.

İmam Humeyni (r.a) açısından biz, düşmanla belli bir coğrafya ile de sınırlı olmayan  akidevî  bir savaştayız: “Bizim savaşımız akide savaşıdır, coğrafya ve sınır tanımaz. Ve akidevî savaşımızda İslam askerlerinin büyük seferberliğini dünyada başlatmalıyız” (20/07/1988). Bu mücadelenin hedefi ise, “La ilahe illallah” bayrağının dünyada dalgalanmasıdır: “Biz diyoruz ki şirk ve küfür olduğu sürece mücadele vardır ve mücadele olduğu sürece biz varız. Bizim şehir ve memleket üzerinde kimseyle kavgamız yoktur. Biz “La ilahe illallah” bayrağını keramet ve yüceliğin yüksek zirvelerinde dalgalandırmak için karar almış bulunuyoruz” (20/07/1988).

Tevhidin hakikatı

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei de kutlu biset günü münasebetiyle İslami düzenin yetkilileri ve İslami ülkelerin elçileriyle bu haftaki görüşmesinde, İmam Humeyni’nin (r.a) görüşü uzantısında, “La ilahe illallah” ibaresinin salt zihinsel değil, harekete geçirici, yönlendirici ve etkili bir mesele olduğunu beyan ettiler: “ ‘La ilahe illallah’ salt zihinsel ve itikadî bir meseleden ibaret değildir; belki etkinin kaynağı, amelin menşei olan bir mevzudur...Bu nedenle de Peygamber ‘Qûlû la ilahe illallah tuflihû / La ilahe illallah deyin ki felaha erişesiniz’ diye buyurduğunda hemen zer (altın) ve zor sahipleri Mekke’nin o günkü sınırılı ve küçük muhitinde ona karşı saf tutmaya başladılar; Medine’de İslam devleti kurulduktan sora da yine dünyanın güçleri, devletleri ve imparatorları İslam’a karşı cephe tuttular; bu cephe tutma ilk günden günümüze kadar varola gelmiştir” (14/04/2018).

Bu “tevhidî bakış”tan hareketledir ki İmam Humeyni (r.a) ve İslam İnkılabı Rehberi, hakla batıl arasında tarihin başından günümüze kadar süren daimî bir savaşın olduğunu savunmaktalar ve tam da bu iki büyük insanın düşüncesinde varolan tevhidî ruh nedeniyledir ki sulta düzenine karşı mücadele ve İran’ın bölgedeki varlığı izah olunmaktadır: “Biz eğer tevhide inanıyorsak zora karşı boyun eğemeyiz, zalime karşı susamayız, bu tevhidin tabiatıdır. Eğer İslam Cumhuriyeti, nerde bir mazlum varsa, yardım gerekiyorsa biz oradayız, diyorsa bu nedenledir; Filistin meselesinde böylesine ısrar ediyorsak bu yüzdendir. Çünkü tevhidin lazimesi, zalimin mazluma uyguladığı zorbalığa karşı durmaktır; tevhidin hakikati budur...Batı asya bölgesinde direniş gruplarının kenarında durmamızın nedeni budur. Amerika ve uşaklarının bölgede kurdukları terörist gruplarla mücadele için Suriye’de varlık göstermemiz bu nedenledir” (14/04/2018).

Sonuç itibariyle, İran’ın bölgedeki varlığı ne sırf milli çıkarları savunmak veya insani bir vazife içindir, ne de zorunlu olarak geçici ve kısa vadeli bir taktiktir, belki öz tevhidî bir bakıştan kaynaklanan bir sonuçtur. Gerçi bu mevzunun gerçekleşmesi halinde diğer iki durumun da gerçekşeleceği kesindir. Ne demişler; “Yüz geldi mi doksan da yanımızda”.    

Welayet News 



Yeni yorum ekle